emreiseri

Wednesday, October 24, 2007

Polanyi'yi anlamak

Polanyi'ye göre serbest piyasa sistemi her ne kadar teorik anlamda övgüyü hak eden bir sistem olsa da, toplumsal pratiğe dönüşmesi iç çelişkilerinden dolayı imkansızdır
21/05/2006 (612 defa okundu)


LATİF YILMAZ (E-mektup Arşivi)Yaşar Aydın'ın geçen hafta Radikal İki'de yayınlanan yazısı, üzerinde düşünülmeyi hak eden önemli bir konuyu Polanyi'den yola çıkarak ele aldı. Polanyi'nin 'Büyük Dönüşüm' kitabı 1944 yılında yayımlanmasına rağmen, hak ettiği ilgiyi ancak son zamanlarda görmeye başladı. Özellikle ekonomistik bakış açısının ve neoliberal ekonomik politikaların tartışılmaz olduğu bir dönemde, Polanyi'nin çalışması ciddi bir eleştiri mevzii olarak ortaya çıktı. Polanyi kitabında, temel olarak kendi kendini düzenleyen piyasa sisteminin nasıl kurulduğunu ve bunun nasıl olup da başarısızlıkla sonuçlanıp kitleleri sefalete sürüklediğini anlatır. Dahası bu dogmatik düşünce ve sonrasında gelen politikalar, hem Avrupa'daki faşizmin yükselmesini hem de iki önemli dünya savaşını beraberinde getirdi.

Serbest ütopya Polanyi'nin göstermek istediği, tarihsel olarak dizginlerinden boşaltılmış serbest piyasa sisteminin, hiçbir zaman var olmadığı ve olamayacağıydı. Serbest piyasa sistemi bu anlamda tamamen bir ütopya idi ve böyle bir sistemin insanı ve toplumun doğal özünü yok etmeden yaşaması imkansızdı. Tamamen var olması halinde insanoğlu için vahşetten başka bir şey üretmesi de beklenemezdi. Fakat toplum bu sistem karşısında kendisini koruyacak önlemleri aldı, bu önlemler alındıkça kendi kendini düzenleyen piyasa sisteminin (serbest piyasa sistemi) çalışması da engellendi. İşte tam bu noktada Polanyi'nin ünlü "çifte hareket" tezi devreye girer. "Bir yandan serbest piyasa sistemi kendisini dayatarak toplumun yapısına saldırır, diğer yandan ise toplum mevcut felaketlerden korunmak için direnç oluşturur. Bu direnç de serbest piyasa denilen sistemin kurulmasını hiçbir zaman mümkün kılmaz." Zaten bu sistemin kurulması aynı zamanda toplumun intihar etmesi, çözülmesi ve dağılması anlamına gelir. Bu anlamda, serbest piyasa sistemi tamamen bir ütopyadır ve toplumsal dinamikler bu sistemin kurulmasına izin vermez. Polanyi'ye göre toplumun yapısı ve doğası gözönüne alınmaksızın, sistemin zorla dayatılması felaketten başka bir şey getirmeyecektir. Polanyi'ye göre serbest piyasa sistemi her ne kadar teorik anlamda övgüyü hak eden bir sistem olsa da, toplumsal pratiğe dönüşmesi, iç çelişkilerinden dolayı imkansızdır. Peki bu iç çelişkiler nelerdi?

Her şey satılık

Öncelikle serbest piyasa sisteminin tam olarak çalışması, her şeyin alınıp satılabilen metalar haline gelmesi ile mümkün. Özellikle emek, toprak ve para, diğer metalar gibi piyasada serbestçe alınıp satılmadıkça sistemin işlemesi olası değil. Sorun da tam burada ortaya çıkar, çünkü söz konusu üç öğe piyasada alınıp satılmak içi üretilen şeyler değildirler. Emek ve toprak, bütün toplumları oluşturan insanlardan ve toplumun içinde yaşadığı doğal çevreden başka bir şey değildir. Emek bu anlamda yaşamın yanında yer alan insan faaliyetine verilen addır; saklanamaz ve işletilemez. Toprak ise doğanın başka bir adıdır ve insan tarafından üretilmedi. Paraya gelince ise o, satın alma gücünün devlet tarafından düzenlenmiş halidir. Sonuç olarak, Polanyi'ye göre bunların hiçbiri klasik anlamda meta sayılamaz; bunlar hayali metalardır. Bunların bir defa piyasa sistemine dahil edilmesi beraberinde felaketi de getirir. Böyle bir sistemde insanın yaşamını sürdürmesi tamamen piyasaya bırakılmış olur, doğa tamamen kapitalist mantığa kurban edilir, insanın satın alma gücü ise tamamen paranın değerindeki oynamalara bırakılır. Sonuçta insan serbest piyasa sistemi içinde kendi başının çaresine bırakılır. Polanyi "Speenhamland (1795-1834) yasasından" yola çıkarak insanlara, çalışmalarından bağımsız bir güvencenin sağlanmasını da çözüm olarak görmez. Çalışmalarına bakılmaksızın herkesi kapsayacak şekilde getirilen bu yasa zamanla kitlelerin verimsizleşmesine, tembelleşmesine neden olarak başka bir sefaleti beraberinde getirir. Bu yasanın neden olduğu sorunlar sonucu, insanlar emeğin piyasada serbestçe alınıp satılmasını tek yol olarak görmeye başlarlar. Bu da yasanın kaldırılmasını ve İngiltere'de serbest bir emek piyasasının oluşmasını beraberinde getirdi. Ancak anlattığımız gibi bu da çözüm olmaktan ziyade var olan sefaleti daha da artırır. Bundan sonrası, fabrikalarda köle gibi çalıştırılma, korunmasızlık, yabancılaşma ve insanlıktan uzaklaşmadır. Polanyi bütün bunları toplum ve ekonomik yapı arasındaki etkileşim ve ilişkiyi açıklığa kavuşturmak için anlatır. "Antropolojik olarak insan davranışlarının sadece küçük bir kısmı ekonomiktir" der Polanyi. Hatta daha da ileriye gidip daha önceki dönemlerde ekonominin topluma içkin olduğunu, dolayısıyla ekonomik yapıyı belirleyen şeyin toplumsal ilişkiler olduğunu söyler. Bu durum serbest piyasa sisteminin belirmesiyle beraber tam tersine döner, ve toplumsal yaşantımız ekonomik mantığa göre şekil almaya başlar.


Ekonomist yanılgı Polanyi'nin bakış açısı, Yaşar Aydın'ın dile getirdiği neoliberalizme eleştiri getirmekten daha ileri bir noktaya gidiyor. Esas olan toplumsal değişimi anlarken, ekonomistik yanılgıdan kurtulmaktır. Polanyi bu anlamda popüler Marksizme de karşı durur. Hatta biraz daha ileri gidip klasik iktisatçılar ile Marksistleri aynı kefeye koyar. Sebep açıktır; her iki bakış açısı da toplumsal dinamikleri ekonomistik bakış açısıyla ele alır. Klasikler her şeyin serbest piyasa ekonomisi ile düzeleceğini vaat ederken, Marksistler bütün kötülüklerin kaynağı olarak kapitalizmi ve onun uzantısı emperyalizmi görür. Sonuçta her iki bakış açısı da referans olarak ekonomiyi alır. Marksist bakış açısına göre sömürgelerin temel sorunu Batı tarafından ekonomik olarak sömürülmeleridir ve dünyadaki gelir adaletsizliğinin kaynağı da eşitsiz mübadeledir. Ancak Polanyi olaya çok daha farklı bakar ve esas sorunu serbest piyasa ekonomisinin geleneksel toplumların toplumsal yapısını bozması olarak görür. Bu yeni ekonomik mantık, farklı yapılarla örülmüş ekonomi ve toplum ilişkisini çözerek yerine yenisini koymakta başarısız olur (ki başarılı olsa bile sonucun ne olacağını söyledik) ve bir anda insanlar bütün koruma ağlarını yitirmiş, savunmasız ve yabancılaşmış olarak ortada kalırlar. Sorun sadece neoliberalizme eleştiri getirmek değildir. Daha önemlisi bütün sosyal ilişkilerimizi belirleme durumunda olan her türlü ekonomik sisteme eleştiri üretebilmektir. Yabancılaşma, çözülme, sefalet, hayattan kopma ve dahası insana ait olan birçok öğeyi kaybetme, asıl tehlike bu (Fred Klemen'in 'Alacakaranlık' ve Jean-Luc Godard'ın 'Herkes Başının Çaresine Baksın' filmleri bu konuda çok şeyi anlatıyor sanırım). Toplumsal hayatımız ekonomik gerekliliklere kurban edildikçe bu tehlikelerin hiçbirinden kaçamayız. İnsan olarak hem çevremizdeki insanlarla paylaşımda bulunacağımız hem de bizi saran doğamız ile uyum içinde yaşayacağımız bir dünyanın yollarını aramaktan başka bir çaremiz yok. Bunun yolu da her şeye rağmen düzenlemeye olan inancımızı kaybetmememize bağlı. Ne her şeyin kontrolden çıkması ne de kontrol altına alınması çözüm. Çözüm bu iki karşıtlığın dışında üreteceğimiz alternatiflerde.


LATİF YILMAZ: Maliye Bakanlığı AB ve Dış ilişkiler Dairesi AB Uzman Yrd. ODTÜ, yüksek lisans

22/09/2005
Ömer Madra: Bugün dünyada ve Türkiye’de yaşadığımız sıkıştırılmışlık içinde belki Karl Polanyi’ye dönmekte yarar gördüğümüzü konuşmuştuk dün. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm kitabı özellikle bugünlerde çok gündemde anladığım kadarıyla.

Ayşe Buğra: Evet çok gündemde. Büyük Dönüşüm’e 1980’lerden sonra çok büyük bir ilgi duyulmaya başladı. Ondan önce Karl Polanyi bir antropolog olarak bilinirdi ve ona duyulan ilgi de büyük ölçüde antropologlarla sınırlı kalmıştır. 1980’den sonra bu durum değişiyor, Büyük Dönüşüm bütün siyasi mesajı ile birlikte çok büyük önem kazanıyor. Tabii Polanyi’nin bir antropolog olarak tanınmasının da bir anlamı var, çünkü modern öncesi ilkel ve arkaik toplumlar ve genel olarak 19. yüzyıl toplumu öncesi iktisat tarihi ile ilgilenmiş. Bunu da bu eski toplumlarda ekonominin yerini, piyasa toplumundaki ekonominin yeri ile karşılaştırmak için yapmış. Bu karşılaştırma sonucu da piyasa toplumunda ekonominin yerinin ne kadar tuhaf olduğunu, piyasa toplumunun ne kadar anormal, ne kadar insan doğasına aykırı, insan toplumu ile bağdaşmaz olduğunu göstermek için yapmış. Piyasa toplumunun anormalliği mesajı gerçekten çok güçlü bir biçimde veriliyor ve Polanyi bunu kendi içinde yaşadığı politik gelişmeleri açıklamak için kullanıyor.

ÖM: Evet, yani aslında siyaset bilimi ve ekonomistten çok gene de antropolog ve en önemlisi de o zaten, antropolojik bakış önemli zaten değil mi?

AB: Antropolojik bakış önemli ama her şeyden önce Polanyi antropolog mu onu bilmiyorum. Siyasetle çok ilgilenmiş, 1920’lerin ve 1930’ların gelişmelerini incelemiş. Yani 19. yüzyıl piyasa toplumunun çöküşünün atmosferini yaşamış ve incelemiş biri. Gazeteci olarak da bu konuda yazmış, gelişmeleri izlemiş ve bu süreci anlamaya çalışmış. Yani sadece “Faşizm yükseliyor, şöyle savaş hazırlıkları var, savaşın sonuçları şunlar vs.” gibi görüşler belirtmenin dışında “niye bu böyle, neden oluyor, neden şimdi oluyor” sorularını sormuş. Bu konuda Büyük Dönüşüm’den değil, başka bir yazısından alınma çok çarpıcı bir cümlesi var: “Avrupa Faşizmini anlamak için Ricardo İngiltere’sine bakmak gerekli” diyor. Yani Avrupa Faşizminin temelinde o 19. yüzyıl liberal ekonomisi vardır mesajını veriyor ve Faşizmi bu liberal ekonomiye, insani, doğal ama aynı zamanda da çok ürkütücü berbat bir tepki olarak inceliyor.

ÖM: Evet, şimdi bunu biraz açmak lazım tabii ne demek Ricardo (David Ricardo) İngiltere’si?

AB: David Ricardo iktisat düşüncesinin bugün tartışılmaz şekilde genel geçer doğru olarak kabul ettiğimiz iktisat düşüncesinin babalarından biri.

Ricardo İngiltere’si dediği, liberal ekonomik görüşlerin toplumu ve ekonomiyi düzenlemekte çok güçlü olduğu, ekonominin kendi kurallarına göre işleyen piyasaya göre düzenlendiği bir toplum ki, bugün dünyada yeni ekonomik düzenlemeler ile yapılmaya çalışılan, neo-liberalizmin verdiği mesajın içeriği tam da bu; yani ekonominin müdahaleden bağımsız, kendi kurallarına göre işleyen bir piyasaya tabi olması, emeğin, doğanın, paranın, hepsinin metalaşması çabası. Bugün içinde yaşadığımız da bu, 19. yüzyılda ortaya çıkan durum da buydu.

ÖM: Tabii bu günümüz toplumuna da bir analoji olarak önemli geliyor.

AB: Bu piyasa toplumunun anormalliği mesajı çok önemli; Polanyi’nin çok ayrıntılı bir biçimde anlattığı gibi, bu anormalliğin birkaç sebebi var.

Yani ne demek piyasa toplumu? Bütün toplumlarda ekonomiyi düzenleyen, insanın geçimini sağlayan, insanın ekonomik hayatını sürdürmesini sağlayan birtakım kurumlar var. Mesela devlet ve devlet benzeri kurumlar bunlardan biri, aile tabii çok önemli her zaman, cemaatler, kabileler Polanyi’nin çalıştığı eski toplumlar için çok önemli olmuş yapılar ama hâlâ bugün etnik, dini cemaatlerin çok önemli ekonomik işlevleri var. Bütün bunlar çok önemli, piyasa da böyle bir kurum; bunlar gibi insanın geçimini belirleyen, insanın ekonomik hayatının koordinatlarını belirleyen kurumlardan biri. Ama Polanyi “piyasa farklı” diyor, “çünkü piyasanın devletten ve aileden farklı olarak tek işlevi ekonomik işlevdir ve insanın hayatını sadece ekonomik anlam taşıyan, ekonomik nitelikli bir kuruma teslim ederseniz, insan toplumu ve insan hayatı ekonominin bir aksesuarı haline gelir” diyor. Toplumun, piyasanın bir aksesuarı haline gelmesi fikri bugün için çok önemli tabii, çünkü bugün yapılmaya çalışılan bu. Yani özelleştirmeler, emek piyasasını düzenleyen kuralların ortadan kaldırılması, asgari ücrete kadar bütün düzenleyici kurumlara saldırılması hakikaten temelde insan toplumunu piyasanın bir aksesuarı haline getirmeye yönelik girişimler. Polanyi bunun doğal olmadığını ve doğal olarak ortaya çıkan bir şey de olmadığını söylüyor. Ricardo gibi liberal iktisatçılar o gün ve bugün her ne kadar bunun doğal olduğunu, müdahalenin yapay olduğunu söyleseler de, Polanyi aslında kendi kurallarına göre işleyen piyasanın ortaya çıkmasının da kendi kendine değil ancak müdahale ile olduğunu söylüyor. Hakikaten de baktığımız zaman TBMM hangi dönemde bu kadar ekonomik yasa çıkardı? Ya da dünyada ne zaman bu kadar ekonomi ile ilgili düzenleme yapıldı? Neden yapılıyor bunlar? Tırnak içinde “doğal bir düzeni” kurmak için!!

ÖM: Evet 1930’lara bakarsak, ABD’deki müdahaleci, Yeni Düzen- Yeni Anlaşma, New Deal diye adlandırılan Roosevelt’in politikaları var

AB: New Deal, piyasaya, piyasa ekonomisine bir tepki. Yani o düzenleme, düzenleme olarak literatüre geçiyor; doğru, ona düzenleme diyoruz. Halbuki ondan öncesinin düzenlemeleri, piyasa toplumunu kurmak, emeği, toprağı, parayı metalaştırmak için yapılan düzenlemelerin adına düzenleme denmiyor, o gün de denmiyordu, bugün de denmiyor. O sanki böyle kendiliğinden, doğallıkla, güle oynaya olan bir şeymiş gibi ortaya çıkıyor..

ÖM: Çok önemli bir algılama sapması var gibi.

AB: Tabii, çok ciddi bir algılama sapması var ve bu algılama sapmasının aracılığıyla insanın hayatının tamamıyla piyasaya bağlı olduğu, “çalışmazsan aç kalırsın, emeğini piyasada geçerli olan fiyattan satmazsan tabii ki aç kalırsın” gibi görüşlerin hakim olduğu tuhaf bir toplum kuruluyor. “Toprak tabii ki metadır, çevre sorunlarına falan boş verelim’ tarzı yaklaşımlar öyle bir ortam ortaya çıkarıyor ki insanlar buna direniyorlar” diyor Polanyi, yani toplumun kendini koruduğunu söylüyor.

ÖM: Evet koruyor, her zaman da hoş biçimde olmuyor bu koruma.

AB: Tabii, mesela New Deal’den söz ettik, New Deal bilinçli, yani insani bir koruma. Ama bazen içgüdüsel tepki, içgüdüsel koruma refleksi Faşizme de yol açabiliyor. Bugünkü terörün ortaya çıkışını, bu etnik, dini kimlik politikalarının bu kadar güçlenmesini ve bunun bir uzantısı olarak terörün yükselmesini de bununla açıklamak mümkün, açıklanıyor da nitekim. O da bizi Polanyi’ye götürüyor.

ÖM: Evet, yani burada anormal olan piyasa değil piyasa ekonomisi.

AB: Tabii, insanların malları ya da hizmetleri değiş tokuş etmek için karşılaştıkları yer olarak piyasa her zaman var, her toplumda buna benzer şeyler bulmak mümkün, ama Polanyi 19. yüzyıla kadar hiçbir zaman piyasanın ekonominin bütününe hakim olmadığını, ekonomik hayat açısından belirleyici olan kurumun piyasa olmadığını söylüyor. Anormal olan bütün ekonominin piyasaya teslim edilmesi. Bu yüzden de mesela II. Dünya Savaşı sonrası, Amerika’da New Deal sonrası, Avrupa’da refah devletinin ortaya çıkışı, sonrası, düzenlemelerin piyasa toplumu olmadığını söylüyor. Yani orada da piyasa var, orada da piyasa çok önemli, ama hiçbir zaman kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa değil; emek piyasası düzenlenmiş, para bir meta olarak değil, politik bir araç olarak ortaya çıkıyor, siyaseten kontrol edilen bir araç olarak ortaya çıkıyor, doğanın ekonomik amaçlarla nasıl kullanılacağı belirlenmiş vs.

Bugün bu çevre konusundaki başıboşluk, emek piyasasının koruyucu bütün önlemlerin ortadan kaldırılarak gerçek anlamda bir piyasa haline getirilmeye çalışılması, paranın bir spekülasyon aracı haline gelmesi ve buna bağlı olarak çok büyük krizlere yol açması o 19. yüzyıl tarzı bir piyasa ekonomisine geri dönüşü belirliyor.

ÖM: Evet, yani ekonominin ekolojiye tamamen hakim olması meselesi temel mesele olarak karşımıza çıkıyor.

AB: Tabii mesela “Kyoto olmaz çünkü bu ekonominin etkin işlemesini önler” dedikleri zaman bu tam da işte “doğa bir metadır ve o kadar” anlamına geliyor. Bu da olmuyor işte, doğa da tepki gösteriyor buna, toplum da emeğin metalaşmasına, paranın metalaşıp yaşadığımız bir sürü kriz gibi krizlere yol açıp insanların hayatın altüst etmesine tepki gösteriyor.

ÖM: Dolayısıyla da genel anlamda neo-liberal düzene de bu düzenlemelerin, öbür türden düzenlemelerin yapıldığı düzene de kapitalizm deniyor ama ikisi çok farklı.

AB: Evet, bu önemli bir vurgu ve bu vurgu Polanyi’yi Marx’tan ayıran vurgu aynı zamanda.

ÖM: Nasıl? Onu da birazcık açar mısın?

AB: Marx’ın açısından baktığımız zaman “refah devleti zamanındaki kapitalizm de kapitalizmdir, bugünkü de kapitalizmdir; sosyal politika kapitalizmin bekasını sağlamak için uygulanan hafifletici tedbirler bütünüdür” gibi yaklaşımlara rastlayabiliyorsunuz. Bütün Marksistler bunu söylüyor demek istemiyorum ama Marksist açıdan böyle bir yaklaşım önemli. Polanyi bunu kabul etmiyor, “önemli olanın toplumsal önlemlerle insanın geçiminin, insanın hayatının ne şekilde düzenlendiği” diyor. Bu açıdan da bakıldığında 1980 sonrasında neo-liberalizmin yükselmesiyle yıkılmaya çalışılan düzenin kurulmaya çalışılan düzenden farklı bir düzen olduğunu görüyorsunuz. Şimdi kurulmaya çalışılan düzenin gerçekten insan toplumuyla bağdaşmaz bir tarafı var, bu bağdaşmazlığa tepki maalesef her zaman aklı başında, anlamlı düzenlemelerle gelmiyor.

ÖM: Evet, terörle de karışık, iki taraflı ele almamız çok doğru olabilir. Bir tanesinde bu yükselen -adına da milliyetçilik, yurtseverlik deseler bile- çok ciddi bir ırkçı, milliyetçi, aşırı milliyetçi bir yöne doğru gidildiği görülüyor. Dehşet içinde okuduğumuz, Berlin’de yabancıların oturduğu mahallenin kundaklanması olayı çok taze ve İngiltere’de bütün bu anti-terör adı altında çok ciddi ırkçılık kokan tedbirlere de başvurmaya doğru gidildiğini görüyoruz.

AB: İkisini de besleyen ekonomik düzen. İnsanı sadece bir ekonomik varlık olarak görüp toplumu ekonomiye bağımlı hale getiren, insanın başka niteliklerini, ekonomi dışı kaygılarının hepsini inkâr eden, ekonomik etkinliği tüm insani amaçların önüne koyan bir düzene karşı insanlar önce etnik ve dini kimliklerine sarılarak tepki gösteriyorlar, o tepki başka milliyetçi, ırkçı tepkilere yol açıyor ve ortaya çıkan ortam gerçekten herhalde Polanyi’nin yaşadığı dönem kadar kaygı verici. Yani piyasa toplumu çok sevimsiz bir şey ama toplumun kendini ondan korumak için verdiği tepkinin de her zaman sevimli bir tepki olacağı söylenemez. Bu mesajın bugün için önemli olduğunu düşünüyorum, yani “Avrupa Faşizmini anlamak için 19. yüzyıl liberal ekonomisine bakmak lazım” fikri üzerinde gerçekten düşünülmesi gereken bir fikir.

ÖM: Evet bu çok düşündürücü; Karl Polanyi’nin yaptığı gibi son derece nesnel ve sağduyuya dayanan gözlem, bunun için aslında illa da antropolog, tarihçi, iktisatçı, uzman olmak da gerekmiyor. Bunu biraz kendini mesafeli olarak dışarıda tutarak bakınca görmek mümkün, ama bu görülemiyor, bu gidişi önleyebilmek için bir sürü aklı başında şey yapılması da bu yüzden mümkün olamıyor. Yani temel değer olarak hakimiyeti piyasa ekonomisi egemenliğine alınca insan bundan vazgeçmeyince de, böyle yokuş aşağı bir gidiş görülebiliyor gibi geliyor bana.

AB: İnsanlara bir bakış empoze ediliyor ve hakikaten insanlar ideolojik olarak bir öyle bir kapana kıstırılıyor ki başka türlü görülemiyor. “Bu yapılan ekonomik düzenlemelerle, insanların hayatını emniyete alan bütün koruyucu tedbirlerin ortadan kalkması ile bunu ne ilgisi var” diyenler olabilir. Ama insanları tamamıyla korumasız bırakırsanız, yani “buyur burada geçimini sağlayacaksın, sağlayamazsan sen bilirsin” dediğiniz noktada insan bir yerlere sığınmaya çalışıyor.

ÖM: Evet işte o bir başka antropolog, Jared Diamond’un son Collapse (Çöküş) adlı kitabında da ortaya koyduğu temel tezlerden biri bu. Yeni yayımlanan kitabında, “hangi temel değerlerden vazgeçersek bir toplum kendisini koruma altına alabilir gerçek anlamda?” diye soruyor ve “doğa yıkımına karşı bu sürdürülebilir olmayan piyasaya teslimiyet fikrinden, bu temel değerden vazgeçmemiz gerekir” sonucuna varıyor o da.

AB: Öyle bir konuşuluyor ki bazen, “tamam söylediğin doğru, bu iktisat politikası insanların hayatını çok kötü etkiliyor ama başka bir şey mümkün değil” deniyor.

ÖM: Evet, “alternatif yok” deniyor.

AB: İşte o “alternatif yok” lafının panzehiri sanıyorum Polanyi. Şimdi konuşmaya değer hakikaten, dünyada da çok konuşuluyor bugünlerde.

ÖM: Çok teşekkür ederiz.

10 Ağustos 2005 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Türkiye Kabuk Değiştirirken AKP'nin Dış Politikası



Yazar
Baskın Oran
İNCELEMENİN ÖLÇÜTLERİ

AKP’nin dış politikasını değerlendirebilmek için burada kullanacağımız ölçüt, Türk dış politikasının yüzyılların filtresinden süzülerek gelmiş, denenmiş, “geleneksel” ve “temel” dış politika ilkeleridir. Tabiî, Türk dış politikasının “geleneksel temel ilkeleri” deyince, çok özet de olsa, sanırım bir hatırlatma yapmak gerek: Türkiye’nin bu ilkeleri Batıcılık, Statükoculuk, ve Meşrûiyetçilik’tir.1

Türkiye, hep Batı’ya ve özellikle de Batı Avrupa’ya yakın politika izleyegelmiş bir ülkedir. Gerek jeopolitik konumu, gerek Osmanlı’nın tarihi, gerekse Cumhuriyet’in ideolojik yapısı bunu gerektirmiştir.

Diğer yandan Türkiye, çok riskli bir jeostratejik ortamda kurulmuş bir ülkedir. Bu riskli ortam kendisine hem büyük bir önem taşır ve onu “stratejik” bir ülke haline sokar, hem de başına büyük belalar getirebilir. Böyle bir ortamda, “Stratejik Orta Boy Devlet (OBD)” olarak nitelenebilecek Türkiye, “Cihanda Sulh” deyip Statükoculuk ilkesine sarılmak zorundadır. Bu ilkenin iki anlamı ve boyutu vardır: 1) Mevcut sınırları korumak. Bu boyut, Türkiye’nin irredantizm yapmak için (irredantizm: bir ülkenin, kendi sınırlarına yakın yerlerde bulunan soydaşlarının yaşadığı toprakları kendi ülkesine katma politikası) uğraşmayacağı, bundan uzak duracağı anlamındadır; aksi halde anavatanını tehlikeye sokar. Nitekim, Hatay örneği dışında, Türkiye bu politikayı tarihte titizlikle uygulamıştır ve Hataylaşmak tehlikesi arz eden Kıbrıs’ı sonunda halletmiştir. 2) Dengeleri korumak: Türkiye, kendi bölgesinde hiçbir ülkenin tekel sahibi olacak biçimde hegemon olmasını istemez. Çünkü Stratejik bir OBD ancak denge ortamında nefes alır; aksi halde uydulaşır veya en azından “göreli dış özerkliği” çok azalır. Türkiye (ve Osmanlı, ve Bizans), tarih boyu daima denge aramıştır. Bu denge en iyi biçimde Batı ile Batı karşıtları (ör. İngiltere ile Rusya; ABD ile SSCB), o mümkün olmazsa Batı’nın kendi hizipleri arasında kurulmalıdır (İngiltere ile Fransa; İngiltere ile Almanya).

Üçüncü olarak, Türkiye Meşrûiyetçilik ilkesine dikkat edecektir. Çünkü orta boy bir ülke olduğu için hukuka ihtiyacı vardır; çünkü hukuk ancak hegemon devlet (yani bütün dünyaya ordusuyla, kültürüyle, ekonomisiyle tek başına söz geçiren devlet) tarafından (ve o da, ancak bir süre) gözardı edilebilir. Bu durumda Türkiye ya uluslararası hukuka (meşrûiyete) titizlikle uyacaktır, veya en azından uyduğu izlenimi verecek biçimde “kara kaplı kitaba uygun” hareket edecektir: çizgi dışına çıkacağı zaman bölgesel güçten veya hegemon ülkeden icazet alacaktır. Nitekim, bir irredantizm olduğu için Türk dış politikasının istisnasını oluşturan Hatay olayında bu icazet İngiltere’den alınmıştır.

AKP’NİN BAŞTAKİ DEZAVANTAJLARI

Artık konumuza girebiliriz. Fakat, önce bir hatırlatma yapmak istiyorum. Kasım 2001’de, yani AKP tek başına iktidara gelmeden bir yıl önce Mülkiye’de yayımladığımız Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular-Belgeler-Yorumlar’ın son dönem (1990-2001) “Bilanço”sunu şöyle bitirmişim (atlayarak alıntılıyorum):

“Birincisi, ABD bir ‘hegemon güç’tür ve bir ‘müdahale hukuku’ inşâ etmektedir. Türkiye ise temel politikasını (çok isabetli olarak) dengeci statükoculuk üzerine inşâ etmiş bir Orta Boy Devlet’tir... İkincisi, (...) bu ‘insani müdahaleler’ zinciri bir model halini alırsa, Türkiye istese bile bundan kopamaz ve gitgide dış politikasını ABD’ye endekslemiş olur (...) Üçüncüsü, ekonomisinin dışa bağımlılığı fevkalade yükselmiş bir ülke için bu tehlike daha da ciddidir. Şu anda dahi 1950-60 dönemini aratır biçimde dışa bağımlı hale gelen böyle bir Türkiye’nin, mevcut koşullarda, dış politikada ciddi bir tıkanma riskiyle karşı karşıya olduğu ve hiç yapmak istemeyeceği eylemlere zorlanabileceği rahatlıkla söylenebilir”.

Yani, AKP başa geldiğinde Türkiye’nin iç ve dış durumu çok sıkışıktı. 2001 sonu istatistiklerine göre, toplanan bütün vergiler borç faizlerini ödemeye yetmemiş, % 2.3 açık kalmıştı. Dış borç 150 milyar, iç borç 100 milyar dolardı. Üstelik, Şubat 1999’da ABD’nin Apo’yu getirip teslim etmesi olayı üzerine Türkiye bu ülkeye bir de manevi olarak borçlu kalmıştı. Bütün bunların yanı sıra, Türkiye bölgede ve uluslararası planda yalnızdı. Araplarla ve AB’yle hiçbir zaman iyi ilişkiler kuramamıştı ve gerek Ermeni Tasarıları gerek Kıbrıs gerekse K.Irak’ta Kürt devleti kurulması sorunları ABD’nin aşırı taleplerine hayır demeyi çok güçleştiriyordu.

Kasım 2002 sonunda iktidara gelen AKP, Bush yönetiminin Irak işgâli projesini ve buna ilişkin bitmez tükenmez ABD taleplerini kucağında buldu. Diğer yandan, Ecevit koalisyonlarının Ekim 2001’de başlattığı AB’ye uyum (yani, demokratikleşme) sürecinde reformlar Sevr Paranoyası’nın (“Aman, demokratikleşme gelirse ülkemiz parçalanır!”) çok ciddi direnişiyle karşılaşmaktaydı. Üstelik AKP, iktidara geldiğinde devlet tecrübesi yok denebilecek bir partiydi ve üstelik “meşrûiyet”i bile tartışılmaktaydı.

Aradan yalnızca 1.5 yıl geçmiş bulunuyor. Bu sürenin çok kısa oluşunun yanına bütün bu yukarıdaki durumlar da katıldığında, AKP’nin dış politikasını felsefe ve makro tutarlılık açısından değerlendirmek için aslında fazla erken olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, Türkiye’nin içte ve dışta kapsamlı bir kabuk değiştirme operasyonu yürüttüğü şu son yıllarda, AKP’nin dış politikasını ancak kimi örnekolayları ele alarak sınırlı olarak incelemek mümkün olduğu kanısındayım.

Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1) AB Uyum Paketleri; 2) Irak’ın işgâli; 3) Kıbrıs çözümü. Burada yapacağımız şey, bu üç olayda AKP’nin Türk dış politikasının geleneksel temel ilkelerine uygun hareket edip etmediğini araştırmaktır.

AB UYUM PAKETLERİ

Yukarıda da söylediğim gibi, bu süreci başlatan AKP değildi. Bu olay Ecevit (koalisyon) döneminde, insan haklarından sorumlu devlet bakanı Nejat Arseven zamanında başlamış, Ekim 2001’de 34 adet Anayasa değişikliği yapılmış, Şubat 2002’den itibaren üç tane AB Uyum Paketi çıkartılmıştı.

AKP Kasım 2003’te tek başına iktidara gelince, aynı göreve getirilen Ertuğrul Yalçınbayır daha büyük bir istek, irade ve ivmeyle, ve eskiden olduğunun aksine diğer koalisyon partileri tarafından kösteklenmeden çalışmak şansını arkasına alarak devam etti. Zaman içinde dört tane AB Uyum Paketi, bir de on maddelik Anayasa paketi çıkarıldı. Buna çeşitli genelgeler eklendi.2 Denebilir ki, 1930 modeli ulus-devlet zihniyetinin bütün partileri avucuna aldığı Sevr paranoyası ortamında AKP’den başka bir parti bu paketleri bu denli istekle çıkartamazdı. Üstelik, önceki hükümete oranla kıyaslanmayacak kadar büyük bir bürokrasi direnciyle karşılaşıldığı bir ortamda.

AKP’NİN AB’Cİ OLMASININ NEDENLERİ

Bir “İslâmcı” partinin böyle bir şey yapması acayip gözükebilir. Oysa, çok mantıklıydı.

1) AKP’nin kendisi bir azınlıktı. Son olarak Mart 2004 yerel seçimlerinde % 34 oy alan partideki İslâmcı çekirdeğin oyu % 10 civarındaydı, gerisi protesto oyuydu. Onun için AKP başka azınlıkların neler çektiğini anlıyordu; insan ve azınlık hakları konusunda hızlı gidiyordu.

2) Bu % 24 protesto oyu partiyi hızla AB’den yani demokrasiden ve refah aramadan yana yöneltmekteydi.

3) AKP ile AB’nin karşıtları ortaktı: “ülke parçalanır” gerekçesiyle demokratikleşmeye karşı çıkanlar ve başta da bir kısım asker-sivil bürokrasi.

4) En önemlisi, AKP kendinden önceki hükümetlerin aksine, milliyetçilik ideolojisiyle malûl değildi; bu ideolojinin at gözlüğünü takmamıştı; olayları olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi görüyordu.

1920’lerde çok ilerici bir ideoloji olan Kemalizm’in 2000’lerde düştüğü vahim hataya düşmüyordu; ülkedeki alt kimliklerin kendilerini ifade etmelerinin parçalanmaya değil, tam tersine, zorunlu vatandaştan gönüllü vatandaşa geçişi getireceği için, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne katkıda bulunacağını anlıyordu.
Bütün bu “üstyapı” ögelerine eğer şu çok önemli “altyapı” ögesini katmaz isek, konuştuklarımız havada kalır:

5) Anadolu’nun “İslâmcı” sermayesi kendisini 1980’lere kadar ulusal kapitalizm yanlısı ve uluslararası sermaye (Avrupa Topluluğu vs.) karşıtı olarak ilân etmişti. O dönem, bu sermaye, TÜSİAD tarafından temsil edilen büyük sermayeye tâbi idi. Fakat bir noktadan sonra, Özal’ın ekonomi politikaları ve küreselleşme tarafından mümkün kılınan “intermestic” (international-domestic; yerel kuruluşların uluslararası bağlantı kurması) ilişkiler sonucu bu sermaye uluslararası kapitalizme eklemlendi3 ve ondan sonra da ona ekonomik açıdan itiraz yükseltmedi. Genel tutumunu da ona göre değiştirdi. Örneğin anti-semitizm daima İslâmcıların ana temalarından biri olduğu halde, İslâmcı sermayeyi temsil eden MÜSİAD’ın (Müstakil Sanayiciler ve İşadamları Derneği; buradaki M’yi çok kimse hâlâ “Müslüman” sanır ve bu harfin seçimi belki de böyle sanılsın diyedir) üyeleri İsrail devletinin 50. kuruluş yıldönümü onuruna Mayıs 1998’de İstanbul’daki İsrail Başkonsolosluğu’nun verdiği kokteyle içki içmeksizin katıldılar. Çünkü bir süredir İsrail, Türkiye’nin çok önemli bir stratejik ve ekonomik partneri olmuştu. AKP’nin dış politikasının AB’ci olmasına bu altyapısal neden de büyük katkıda bulundu.

Gerçi AKP temel noktaların üzerine gitme cesaretini kendinde bulamadı. Örneğin, “azınlık yaratmak” gerekçesiyle durmadan parti kapatılmasına yol açan, Anayasa’nın 3/1 maddesindeki “milletin bölünmezliği” hükmünün (ve bunun çeşitli yasalara yansıma durumlarının) demokrasiyi ortadan kaldıracak biçimde anlaşılmasını önleyecek bir değişiklik getiremedi. Veya, Radyo ve Televizyon Kurumları Kuruluş ve Yayın Kanununda, yayınların kural olarak Türkçe yapılacağı biçimindeki hükme dokunamadı ve bu durumda bu yayınların yapılışı trajikomik durumlar gösterdi. Dil kurslarının engellenmesi için bina kapılarının 5 cm dar olduğu bile bahane edildi. Özel mülkiyetin ve Lozan’ın geçerli olduğu bir ülkede gayrimüslim vakıflarının ellerindeki mallara 2003’e varıncaya kadar bilabedel el konuldu ve bu tarihten sonra da bunları tapuya tescil etmemek için Vakıflar Genel Müdürlüğü “cansiperane” direnişler sergiledi.4

Bununla birlikte, bu kadarı bile büyük başarıydı. Sevr Paranoyasının kol gezdiği bir ülkede asker ve sivil bürokrasiden gelen direncin aşılması kolay değildi. Nitekim, AB yetkilileri de bunu anladılar ve yapılanları övmeye başladılar.

AB’NİN TÜRKİYE’YE İHTİYAÇ DUYDUĞU AN

Bu sırada AB iki çok önemli olayla burun buruna geldi: 1) Irak’ın ABD tarafından işgâlinden çok korktu, çünkü hiçbir askerî boyutunun olmamasının da getirdiği bir çaresizlik sonucu, üyeleri bu olayda ikiye bölünmüştü; 2) ABD’nin aksine tecrübeli Avrupa, “İslâmcı” terörün getirdiği korku havası içinde, bataklık bombalayarak sivrisinek öldürülemeyeceğini gördü. Bu iki çok önemli durum, aynen 1950’de Kore Savaşı’nın ABD’yi alarma geçirmesi gibi, AB’yi alarma geçirdi ve örgüt gözünde Türkiye’nin stratejik önemini doruğa çıkardı: Türkiye hem askerî boyuttan yoksun AB’ye kriz bölgelerine ulaşma olanağı tanıyacaktı, hem de demokrasi ile İslâm’ın bağdaşabildiğini kanıtlayarak AB’nin terör şerrinden kurtulmasına katkıda bulunacaktı.

İşte bu durumlar AKP’ye (ve tabiî, Türkiye’ye) büyük avantaj sağladı. Verheugen başta olmak üzere bütün önemli AB yetkilileri bu iki durumu dile getirmeye ve Türkiye’nin kendileri için çok büyük önem taşımaya başladığı söylemeye başladılar. Buna bir de sözünü ettiğimiz kararlı AB Uyum Paketleri eklenince, AB Türkiye’ye yanaştı. Aralık 2004’te Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi için gerekli koşullar oluştu. Aslında, bu müzakere tarihinin verileceği, dikkatli bir gözlemci için 2003 Mayıs’ından itibaren belliydi.5 Sonuçta, AKP’nin AB politikasının kararlı ve başarılı olduğu kanısındayım.

IRAK’IN İŞGÂLİ

AKP’nin Irak’ın ABD tarafından işgâli üzerine uyguladığı politika, o zor ortamda ciddi iniş-çıkışlar ve tutarsızlıklar gösterdi.

6 Şubat 2003’te AKP, Türk liman ve havaalanlarının ABD asker ve teçhizatını alabilecek biçimde modernize edilmesine izin veren birinci tezkereyi 193’e 308 oyla TBMM’den geçirdi. Bunun hemen arkasından, bir yandan ABD askerlerinin Irak’a saldırı için Türkiye toprağına yığınak yapması, diğer yandan Türk askerinin K.Irak’a girmesini öngören ikinci bir tezkere için hazırlıklar yapılırken, ABD askerinin gelmesi konusunda Bush yönetimiyle müzakereler başladı. Ekonomik unsurlara (Türkiye’ye ABD yardımına) ağırlık verilen bu pazarlıklarda ABD diplomatlarına kök söktürüldü. Liman ve havaalanı modernizasyonu için gelecek 1600 kadar Amerikan teknik personelinin hangi hukuka tâbi olacağı görüşmeleri bile yaklaşık 15 gün sürdü.6

Bunun birbirine zıt iki tür etkisi oldu. Bir defa, bu uzun pazarlıklarla ABD muazzam zaman yitirdi ve bu arada uluslararası alanda ve Türkiye’de anti-Amerikan kamuoyu çok büyüdü. İkincisi, bu ekonomik yardım görüşmeleri dış dünyada “Bezirgân Türkiye” sloganıyla ifade edilebilecek bir atmosferin oluşmasına yol açtı; Türkiye başkasının toprağına tecavüze izin vermek için kendini mümkün olduğunca çok paraya satmaya çalışan bir görünüm verdi. Bu etkiler bir yana, AKP bu çekişmeli pazarlıklarda ister istemez şu imajı vermişti: “Pazarlık tatlıya bağlanınca ABD askeri gelebilir”. Bu mesajı böyle alan ABD, İskenderun limanı açıklarına donanma yığdı.

MART 2003 RET TEZKERESİ VE ÇELİŞKİLERİ

Bu sırada, 62.000 yabancı askerin gelmesine ve Türkiye’nin K.Irak’a asker göndermesine izin veren tezkere TBMM’ye sunularak 1 Mart’ta oylandı. AKP’nin kendi grubunu serbest bıraktığı (grup kararı almadığı) ve oylamanın gizli yapıldığı oturuma 533 milletvekili katıldı, AKP’nin 97 fire verdiği hesaplanan oylamada 264 kabûl, 250 ret, 19 çekimser oy kullanıldı ve tezkere, gerekli olan salt çoğunluk sağlanamadığı için reddedildi.

Bu sonuç, kendilerinin aldatıldığı kanısına kapılan ABD yetkililerinin büyük öfkeye kapılmasına yol açtı. Diğer yandan da, AKP’nin ABD’ye bir anlamda kendini mecbur hissetmesine sebep oldu. AKP bu arada başka bir, hattâ iki baskı altında bulunuyordu: 1) Kimi büyük basının desteğini arkasına alan bir grup, Türkiye’nin ABD yanında Irak işgâline katılması gerektiğini, Türkiye’nin bundan çok kâr edeceğini çok yüksek sesle tekrarlamaktaydı (bkz. dipnot no.14). Kimileri ise bu “gerekliliği”, korku yaymak suretiyle ileri sürüyordu. Örneğin Cengiz Çandar, “Türkiye Irak’a girmezse parçalanır” diyordu.7 2) Türkiye’nin Musul petrollerinden alacağı olduğunu hatırlatan kimi gazeteciler, Irak’ın bu sıkışık durumunda bu konuda bastırmak gerektiğini ileri sürmekten çekinmemekteydiler.8
Bu çok önemli ret kararının çok önemli sonuçları oldu.

Bir defa, Türkiye’ye bir özgüven geldi. Kamuoyu araştırmalarına göre, saldırıya % 85.9 ilâ 94 oranında karşı olan halk, ilk defa parlamentosunu sevdi.9 Dünya, Türkiye’nin bir “muz cumhuriyeti” olmadığını anladı. Ne kadar isteksiz de olsalar; uluslararası medya, kamuoyu ve çeşitli ülkeler daha önce Türkiye’ye yaptıkları “paralı asker” muamelesini bırakıp takdir belirttiler; “Türk Meclisi Rüşveti Reddetti” başlıklı yazılar çıkmaya başladı.10 Daha önce, pazarlıklar sırasında Türkiye’yi Amerikan generalleri önünde göbek atan ve sutyenine dolar sokturan bir dansöz biçiminde çizen Amerikan karikatürleri, bu ret kararından sonra aynı karikatüre ikinci bir kare daha eklediler: aynı dansöz, bir kalça hareketiyle Amerikan generalini masasından aşağı yuvarlıyordu. Bir diğer karikatürün birinci karesinde Bush “Irak’ta demokrasi görmek istiyoruz” derken, ikinci karede “... ama Türkiye’de değil” demekteydi. 6 Mart 2003’te Çin’in de işgâle karşı çıkma açısından Fransa-Almanya-Rusya üçlüsüne katılmasının bu kararla ilgisi olup olmadığı ise tartışmaya açıktır.

Ret kararının bir diğer sonucu, AKP’nin bundan korkması oldu. Bu korku, K.Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhindeki gösterileriyle birlikte arttı. Bu sırada, İskenderun’daki Amerikan birlikleri sınıra doğru harekete geçti. Bu olay üzerine Genelkurmay’ın yaptığı açıklamadan ortaya çıktı ki, ilk tezkerenin kabulü üzerine Genelkurmay ABD’yle 8 Şubat tarihini taşıdığı anlaşılan gizli bir mutabakat imzalamış ve Mardin-Kızıltepe-Nusaybin-Oyalı arasındaki bölgede “merkez lojistik üs” kurma hakkını bu ülkeye vermiştir ve ABD askerî donanımlarının “harbin sonuna kadar” bölgede kalacağı da kararlaştırılmıştır.11 Hükümet de, bir süre sonra, AB’nin talebi üzerine Iraklı 3 diplomatı “görevleriyle bağdaşmayan faaliyetler”de bulundukları gerekçesiyle sınır dışı edecek,12 Irak’a asker gönderileceğine ilişkin demeçler verecektir.13

Bugün vakit henüz çok erken olduğu ve belgeler ortaya çıkmadığı için, hükümetin bu tutumunun nereden doğduğu belli değildir. ABD’den ürkmekten, Genelkurmay’ın gerek PKK’yı kontrol altına almak gerekse Musul’a girmek planından, veya her ikisinden birden doğmuş olabilir. Ama, böyle bir Genelkurmay baskısı var idiyse AKP’nin buna karşı çıkmadığı veya çıkamadığı ortadadır. En azından, K.Irak’ta bir Kürt devleti korkusu Türkiye’nin hareketlerini çok etkilemektedir ve AKP’nin çelişkili tavırlar takınmasına yol açmaktadır. Büyük gazetelerin, TOBB’un ve TÜSİAD’ın, yani Türkiye burjuvazisinin Irak’a girilirse işlerin açılacağı, yoksa zarara uğranılacağı kanısını durmadan belirttiğini de ekleyelim ve ordunun da asker göndermeyi desteklediğini ilave edelim.14

K.IRAK KÜRTLERİNİN TÜRKİYE’YE HEDİYESİ

Fakat, Irak’a sadece güneyden girmeye karar vermiş olan ABD, özellikle tek destekleyicisi olan K.Irak Kürtlerinin baskısıyla, artık tutum değiştirmiştir: “K.Irak’a girerseniz, askerleriniz ile Kürtler ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma çıkması riski vardır”15 demektedir. Amerikan yetkililerinin söylediklerine göre ABD, savaşta dost güçleri belirlemek için uçaklarına özel kodlar yüklemiştir ve Türkiye eğer K.Irak’a tek yanlı (yani, ABD’nin izni olmadan) girerse yanlışlıkla vurulabilecektir.16

Bu sırada 20 Mart günü, TBMM’de üçüncü bir tezkere oylanır ve 202 ret oyuna karşılık 332 oyla kabul edilir. AKP’ye 40 fire verdirdiği hesaplanan tezkere Türk Silahlı Kuvvetlerinin K.Irak’a gönderilmesine ve yabancı hava kuvvetlerinin Türk hava sahasını kullanmasına altı ay süreyle izin vermektedir. Zaten, aynı gün, Irak’a ABD saldırısı da başlar. Bu olaydan sonra da AKP’nin iniş-çıkışları devam edecektir. Başbakan Gül bazen Irak’a girmek, bazen girmemek yönünde demeç verecektir. Bu ortamda, tüm televizyonlarda emekli paşalar ve ayrıca “sivil paşalar” ABD ordusunun nereden nasıl ve ne kadar güçlü biçimde vuracağını döne döne anlatmakla ve tahlil etmekle meşgûldürler. Bu ulusal histeri ortamında yine de Genelkurmay, savaşı en az isteyen pozisyonundadır.17 Mamafih, bütün bu savaş çığlıkları ABD ve İngiltere’nin zorlanmaya başlamasıyla azalacak, Bağdat’ın düşmesinden sonra gelişen sivil direnişin işgâlcileri şaşkına çevirmesiyle birlikte de susacaktır. (Bununla birlikte, ABD’nin bu saldırıyı yalnızca yalanlara dayandırdığının ortaya çıktığı bugün bile [29 Haziran 2004] ve Bush yönetiminin Irak’daki sorumluluğu kendi atadığı Irak sivil yönetimine tam bir “ver-kurtul” biçiminde iki gün erkenden devrettiği bir sırada dahi, Türkiye’deki bu savaş çığırtkanlarından ve “Musul’dan paramızı isteriz”cilerin hiçbiri “Yanlış tahlil yaptık” demek cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebilmiş değildir).

Türkiye’nin Irak’a girmekten ve böylece ABD askerlerinin gittikçe artan biçimde altında ezildiği büyük belayı başına sardırmaktan, ancak diyalektik bir süreç sonucu, K.Irak Kürtlerinin Türk askerinin gelmesine çok ciddi biçimde karşı koyması sayesinde kurtulacaktır.

Bütün bu süreç sırasında Türkiye’nin elini-kolunu bağlayan ve davranışlarını en çok etkileyen olay, K.Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması olasılığıdır, çünkü Türkiye kendi Kürtlerinden emin değildir, onları mutlu edemediğini bilmektedir. AKP’ye gelince, bu korkudan kendini kurtaramamasının yanı sıra, ABD’den ürkmek ile Müslüman bir ülkeye yapılan gayrimeşrû saldırı arasında sıkışmıştır. Hükümet çok kararsız davranışlar göstermiştir.

Sonuç: Yine de, ister bilinçli ister ne yapacağını bilememekten olsun (ki, bu ikinci olasılık daha güçlü gözükmektedir), AKP’nin 1 Mart tezkeresinin reddine giden süreçte gösterdiği tutum ancak bir “Güzel Kararsızlık” olarak nitelendirilebilir. Bu sayededir ki Türkiye’nin “ABD’nin adamı” ve “AB’ye girmek isteyen Truva Atı” imajları silinecek ve AB’nin Aralık 2004’te Türkiye’ye vermesinin muhakkak olduğunu düşündüğüm müzakere tarihine büyük katkıda bulunacaktır. Eğer AKP maazallah “kararlı” olmuş olsaydı, o ortamda büyük olasılıkla asker gönderme yolunda karar verecek ve Türkiye’nin “Amerika’nın adamı” imajını daha da pekiştirecekti. “Kararsız” kalışı Türkiye’ye çok hayırlı olmuştur.

KIBRIS ÇÖZÜMÜ

Irak işgâlindeki inişli-çıkışlı ve kararsız tutumunun aksine, AKP’nin Kıbrıs’ta çözüm için sunulan Annan Planı hakkındaki politikası, aynen AB Uyum Paketlerinde olduğu gibi net, kararlı ve olumlu oldu.

AB Uyum Paketlerinde harekete geçen Sevr paranoyası aynen burada da söz konusuydu: “Kıbrıs’ta ver-kurtul yapılmak isteniyor, yapılamaz. Ayrıca, Kıbrıs, Anadolu’nun savunulması için yaşamsal önemdedir”.18

Bu yaklaşımın Türk dış politikasının geleneksel statükocu ve meşrûiyetçi tutumuyla ilgisi yoktu; ondan kesin bir sapma niteliğindeydi. Çünkü Kıbrıs’ta çözüm istememek ve “çözüm çözümsüzlüktür” demek, Kıbrıs’ı Türkiye’ye bir biçimde dahil etmek anlamını taşıyordu ve resmen yayılmacılıktı. Diğer yandan, Türkiye’nin adayı elinde tutması uluslararası hukuk açısından savunulamaz bir tutumdu ve Türk dış politikasının meşrûiyetçi politikasına büyük darbeydi. Türkiye Temmuz 1974 harekâtında hukuken haklı idi, çünkü 1960 Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine göre adada anayasal düzen tehlikeye girdiği zaman müdahale hakkı vardı ve Samson darbesi yasal devlet başkanı Makarios’u düşürünce bu hakkını kullanmıştı. Ama adadaki anayasal düzen iade edilince Türk Silahlı Kuvvetlerinin adada kalması için hukuksal bir dayanak kalmamıştı.

Diğer yandan, eğer ada Anadolu’nun savunulması için elzemse, 1974 harekatıyla Türk silahlı kuvvetleri adaya çıkmadan önce Anadolu’nun nasıl savunulabildiği sorusu ortaya çıkmaktaydı. Üstelik, Kıbrıs Anadolu’nun savunulması için gerekliyse, Kıbrıs’ın savunulması için Mısır da gerekliydi ve bu çizgi güney Afrika’ya doğru uzatılabilirdi.

AKP, bütün bu baskılara tutarlı ve kararlı biçimde direndi. Annan Planını destekledi. Sonucunu da aldı: Kıbrıs Rumlarına rağmen Kıbrıs Türkleri Plan’a “evet” dediklerinde Türkiye için Kıbrıs sorununun yıllardır getirdiği büyük izolasyon sona erdi. Tam tersine, Kıbrıslı Rumlara Batı baskısı başladı. Kıbrıs, 1974’ten beri ilk defa Türkiye için büyük başağrısı olmaktan çıktı ve hattâ Türkiye’nin barışçı tutumu için örnek gösterilmeye başlandığı için AB’yle ilişkilerin düzelmesinde en önemli ögelerden biri haline geldi.

Sonuç: AKP’nin Kıbrıs politikası tam anlamıyla başarılı olmuştur ve hattâ bu konuda korkunç bir tabuyu yıkarak Türkiye’ye büyük katkıda bulunmuştur, kanısındayım.

SONUÇ

Burada, makalenin başında söylediğime geri dönüyorum:

AKP’nin dış politikasını genel bir tahlile tâbi tutmak için henüz erkendir. Üstelik, AKP iktidara geçtiğinde ortam çok olumsuzdur ve parti bütün bu olumsuzlukları kucağında bulmuştur. Nihayet, 250 milyar doları aşkın borcu olan bir devletin dış politikada güçlü olması zordur.

Bununla birlikte, şimdilik şu kadarı söylenebilir ki, AKP’nin dış politikası şu ana kadar Türk dış politikasının Batıcılık, Statükoculuk, ve Meşrûiyetçilik biçimindeki temel (ve ideal) ilkelerine uygun yürümüştür. İncelemiş olduğumuz üç örnekolay da buna işaret etmektedir.

Batıcılık’a uygundur, çünkü AB eksenli bir politika ödünsüz ve güçlü biçimde izlenmiştir.
Statükoculuk’a ve Meşrûiyetçilik’e uygundur, çünkü Kıbrıs’ta bir tür ilhaka değil AB-ABD-BM ekseninde bir uluslararası çözüme gidilmiştir (“sınırların aynen korunması”, “irredantizm yapılmaması”). Ayrıca, Statükoculuk’un “dengelerin korunması” koluna da azami dikkat gösterilmiştir. Çünkü hem İran ve Suriye başta olmak üzere “doğulu” ülkelerle ilişki sürdürülmüş ve bunların ABD tarafından “terörist devlet” olarak nitelenmesine karşı çıkılmıştır,19 hem de AB’ye yaklaşarak ABD dengelenmek istenmiştir. Ayrıca, 8.5 milyar dolarlık kredinin “Türkiye’nin tek başına Irak’a girmemesi” biçimindeki siyasal koşuldan arındırılmaması halinde kullanılmayacağı ilân edilerek20 ABD’ye karşı bu ortamda mümkün olan siyasal özerklik dile getirilmeye çalışılmıştır.

Bütün bunlar, Türkiye gibi bir Stratejik OBD açısından yaşamsal önemdedir. Türkiye gibi her an ip üzerinde yürüyen bir ülkede özellikle bu denge arayışı, AKP iktidarının bir yandan içte ve özellikle de ekonomide göstereceği performansa, diğer yandan da AB’ye yaklaşmakta göstereceği başarıya bağlı gözükmektedir ki, birincisi epey ikincisi ise ciddi biçimde umut veriyor.

Sonuç’un sonucu: Bugüne kadar uygulandığı biçimiyle, AKP’nin dış politikasının tarihsel çizgiye uygun düştüğü ve olumlu olduğu kanısındayım.

1 Bu çok kapsamlı ve önemli konuyu burada anlatabilmem mümkün olmadığı için bkz. B.Oran, “Türk Dış Politikasının Temel İlkeleri”, (ed.B.Oran), Türk Dış Politikası; Kurtuluş Savaşından Günümüze Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, 9. baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s.46-53. Burada yapabileceğim, sadece, tavşanın suyunun suyu bir özettir.
2 Bunların herhalde en önemlisi, polis ve jandarmanın gösterilere “keyfî, haksız, aşırı” müdahalede bulunmaması, gösterileri kameraya almaması, katılanları fişlememesi, silâhsız ve zararsız gösterilere 1 saat boyunca müdahale etmemesi, basın bildirisi okumaları engellememesi, vb. konularında İçişleri Bakanlığı’nın 18 Haziran 2004’te yayımladığı genelgedir. Bkz. Radikal, 19.6.2004.
3 Örneğin, Çorum’daki yerel bir şirket Alman ordusu için pantolon üretmektedir. Bu tür gelişmeler, kamu fonlarının Anadolu’daki işadamlarına çok avantajlı bir biçimde dağıtılması sayesinde sağlanmıştır. Nitekim, 1990-96 döneminde kamu kaynaklarının % 54.5’i, Anadolu’da esas olarak pamuk ipliği üreten “küçük ve orta ölçekli işletmelere” tahsis edilmiş, 10 milyonluk İstanbul gibi nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı bölgeler ancak % 46.6 almıştır. (Ali Bayramoğlu, Yeni Yüzyıl, 2.09.1997. Bayramoğlu, TOBB’un çıkarmakta olduğu Forum dergisinin Temmuz 1997 sayısında Mustafa Sönmez’in yayımladığı yazıdan alıntı yapmıştır.
4 Bkz. B.Oran, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar-Lozan-İç Mevzuat-İçtihat-Uygulama, İstanbul, TESEV Yay., Temmuz 2004, s.101-110. VGM’nin bu tutumu “sayesinde”, tescil edilebilen taşınmaz oranı, Mayıs 2004 sonu itibariyle yalnızca %18.66’dır.
5 AB yetkililerinin bu sözleri ve yorumlanmaları için www.baskinoran.com sitesindeki 155 sayılı ve 30 Mayıs 2003 tarihli yazıma bakınız. Irak işgâlinin AB’yi nasıl etkilediği ve Türkiye’nin nasıl stratejik önem kazandığı konusunda geniş bir analiz için şu yazıya bakılmalıdır: B. Oran, “The Meeting Point: Thoughts on a Potential Geostrategic Interaction Between a ‘Challenger’ and a ‘Strategic Medium State’ ”, Turkey and the EU, From Accociation to Accession? Record of the High-Level Round Table Conference, Amsterdam, 2004, s.183-188.
6 Mart 2003 sonuna kadarki ayrıntılar için bkz. B.Oran, “ABD’nin ve Türkiye’nin Irak ve Kürtleri Politikası”, Birikim, s. 168 (Nisan 2003), s.10-25.
7 Neşe Düzel’in röportajı, Radikal, 13 Ekim 2003.
8 Türkiye’nin bu alacağı konusunda bkz. İlhan Uzgel-Ömer Kürkçüoğlu, “Batı Avrupa’yla İlişkiler”, (ed.B.Oran, Türk Dış Politikası..., s.269-271’den Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, gözden geçirilmiş 2. basım, Ankara, Ayraç Y., 2003).
9 SONAR’ın 18 ildeki araştırması, Cumhuriyet, 1 Mart 2003.
10 Radikal, 6 Mart 2003’den El Kudüs gazetesi, 4 Mart 2003.
11 Mustafa Balbay, Cumhuriyet, 10 Mart 2003.
12 Milliyet, 6 Nisan 2004.
13 Abdullah Gül: “Irak’a Asker Gönderebiliriz”, Radikal, 21 Nisan 2003.
14 Örneğin bkz. Özilhan: “Tezkere Çıkmalı”, Cumhuriyet, 01 Mart 2003; Özkök: “Savaşanlara Yardımcı Olmalıyız”, Milliyet, 6 Mart 2003; Demirel: “Bugün Irak’ta ABD’nin yanında yer almamız şart”, Milliyet, 19 Mart 2003; D.Baykal: “Irak’a On Binlerce Asker Girmeliydi”, Milliyet, 23 Mart 2003; Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı Nuri Gürgür: “Türkiye K.Irak’ta Tarihinin En Büyük Şansını Kaybetti”, Zaman, 13 Nisan 2003; Sakıp Sabancı: “Tezkereden 100 Milyar Dolar Kaybımız Oldu”, Milliyet, 9 Mayıs 2003.
15 Bush’un özel temsicisi Halilzad’ın demeci, Milliyet, 16 Mart 2003.
16 Cumhuriyet, 20 Mart 2003.
17 Bkz. Derya Sazak, “Özkök ve Sivil Paşalar”, Milliyet, 27 Mart 2003.
18 Kıbrıs çözümü konusunda bunları anlatan yazılar için www.baskinoran.com adresine ve buradaki özellikle 191, 194, 199, ve 202 sayılı yazılara bkz.
19 İsmet Berkan, “Suriye’ye Savunmak Bize mi Kaldı?”, Radikal, 12 Nisan 2003; “Gül Şam’la Köprü Kuruyor”, Radikal, 30 Nisan 2003.
20 Radikal, 28 Haziran 2004.

Artan Petrol Fiyatları ve İktisat İdeolojisi



Yazar
Ahmet İnsel
Bundan beş yıl önce petrolün varili 10 dolara düştüğünde, “yeni ekonomi”nin önderliğinde pazar ekonomisinin kesintisiz büyüme çağına girdiğine inanan ve herkesin artık bu yeni dine biat etmesini küstah bir tavırla talep edenler, petrolün fiyatının kalıcı biçimde daha da düşmesinin en gerçekçi beklenti olduğunu iddia ediyorlardı.
Örneğin The Economist, 6 Mart 1999 tarihli sayısının kapağına “5 dolara petrol?” başlığını koyarken, önceki yıllarda petrol fiyatlarındaki hızlı inişi dikkate alarak, bu önemli hammaddenin artık stratejik değerini büyük ölçüde yitirdiğini, gelişmiş ülke kapitalizmlerinin petrol bağımlığının sona erdiğini ilan edebiliyordu. Bu kehanetin üzerinden beş yıl geçmeden, “petrol fiyatları ne zaman 50 dolara varacak?”, “varili 100 dolara petrolle bu kapitalizm ayakta kalabilir mi?” soruları aynı çevrelerde dile getirilmeye başlandı.
Sadece petrolün değil, gıda dışında hemen hemen tüm hammadde fiyatlarının hızla arttığı bu yeni ortamın 1973 petrol şoku ile arasında çok önemli bir fark var. Arap-İsrail savaşının ardından petrol ihracat kotalarını azaltan OPEC üyesi Arap ülkelerin yarattığı suni bir fiyat artışı o zaman söz konusuydu. Bu fiyat artışı, o zamana kadar üretimi iktisadî olmayan bir dizi petrol rezervini cazip kılınca, petrol üretimi hızla artmıştı. Bu artış bile ikinci bir petrol şokunun 1979’da gelmesini engelleyememişti. Bu tarihten itibaren petrol fiyatları konjonktürel olarak artmasına, örneğin 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgâl etmesini izleyen aylarda olduğu gibi varili 40 dolara çıkmasına rağmen, uzun vadede fiyatı 16-30 dolar arasında salınmaya devam etti. Ama bu salınma son iki yılda kararlı bir yükseliş eğilimine girdi. 2002 yılı başında varili 18 dolar olan petrol, o tarihten itibaren adım adım artarak, geçtiğimiz ay sonunda hiç ulaşmadığı seviyelere vardı.
Bu artışın konjonktürel nedenleri var elbette. Irak’ta petrol üretiminin işgâl sonrası daha fazla düşmesi, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Ortadoğu’da gerginliğin giderek tırmanması, art arda gelen suikastların genel bir güvensizlik ortamı yaratması bunların ilk elde akla gelenleri. Piyasa ekonomisinde güvensizlik, spekülatif davranışların kamçılanması demektir. Bu spekülatif davranışların bir kesimi, örneğin stokların arttırılması gibi, güvenlik arttırıcı önlemler olabilir. Böyle bir talep artışı, saf spekülatif hareketleri kamçılar. Koyun davranışının egemen olduğu piyasa ekonomisinde ve özellikle malî piyasalarda bu gelişmeler kartopu etkisiyle yayılırlar. Güvensizlik hissinin ortadan kalkması ve karşı önlemlerin alınmasıyla veya bu güvensizliğe piyasa ekonomisi aktörlerinin alışmasıyla fiyattaki gerginlik ortadan kalkar. Salınma bu biçimde süregider.
İçinde bulunulan durum böyle bir salınmaya tekabül etmiyor. Çünkü bu kez gerçek bir arz kısıtlamasıyla karşı karşıya olduğumuz konusunda güçlü belirtiler var. Irak hariç, OPEC ülkelerinin hemen hepsi petrol üretim kapasitelerinin üst sınırına varmış durumdalar. Bunun yanında ABD’deki petrol rezervlerinin verimliliği ulaştığı zirve noktasından sonra azalan verimlilik patikasına girmiş durumda. Bundan sonra ya kullanmadıkları stratejik rezervleri üretime açmak ya gözle görülür biçimde azalan verimliliğe karşı alternatif enerji kaynaklarını devreye sokmak zorundalar. En önemlisi, enerji tüketimini caydırıcı önlemler almak zorundalar. Böyle bir önlem, klima cihazlı, otomobilli, sınırsız elektrik kullanımlı “Amerikan tarzı yaşamın” büyük ölçüde sonu demek.
Arz yönünde kısıtların giderek belirginleşmesine rağmen, talep yönünde ise büyük bir patlamanın yaşanması petrol fiyatlarındaki artışın sadece konjonktürel bir güvensizlik ortamından kaynaklanmadığına işaret ediyor. Çin ve Hindistan’ın yılda %8-10 civarında gerçekleşen büyüme hızlarının yarattığı enerji ve hammadde talebi diğer önemli etmen. 2003 yılında Çin’in petrol ithalatı bir yıl öncesine göre %30 arttı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre, 2025 yılına kadar Çin’in petrol ihtiyacının günde 5,5 milyon varilden 11 milyon varile çıkması bekleniyor. ABD başta olmak üzere, Japonya ve diğer kalkınmış ülkelerin petrol tüketimi de hızla artmaya devam ediyor. Bütün bu ülkeler, sadece petrol değil, diğer hammaddelerden de artan biçimde tüketiyorlar. Bunların fiyatları da hızla artmakta.
Uzmanlar diğer hammaddelerde fiyat artışlarının içinde bulunduğumuz on yılın sonuna kadar devam edeceğini, bu dönem içinde ikâme maddelerin devreye girmesiyle gerginliğin azalacağını öngörüyorlar. Enerjide ise durumun çok daha kalıcı olması bekleniyor. İşte burada pazar ekonomisinin yapısal miyopluğu ve bunun yarattığı inanılmaz toplu etkinlik kaybı tüm boyutlarıyla gözler önüne seriliyor.
Enerji ve hammadde konusunda bugün yaşanan durum uzun yıllardan beri öngörülüyordu. 1970 başında Roma Kulübü’nün yayımladığı “Sıfır Büyüme” raporu, 1970 sonlarında MIT ve Dünya Enerji Konferansı’nın işbirliğiyle hazırlanan Waes raporu, yürürlükteki büyüme modelinin sürdürülemezliğinin altını çiziyorlardı. Özellikle Waes Raporu, daha o zamandan Çin ve Hindistan’daki olası bir hızlı büyümenin dünya hammadde kaynakları üzerinde yaratacağı talep şokuna dikkat çekiyordu. Daha az enerji tüketen büyüme modelleri sürekli tartışılsa da, bunlar pazar ekonomisi aktörlerinin kısa vadeyle sınırlı ufuklarının ötesinde yer almaya devam etti. Uzun vadeli toplu yarar gereğiyle ekonominin bazı siyasal-toplumsal kısıtlara ve yönlendirmelere tâbi kılınması, örneğin enerji kullanımının kısıtlanması piyasa toplumunun özgürlük anlayışıyla çelişkiliydi. Piyasa toplumu kafasını duvara tosladıkça işin vahametinin farkına varan ve üstelik hafızası zayıf olduğu için de bir kuşak sonra gene aynı duvara kafasını toslama şansı yüksek olan, buna rağmen “etkinliğine” toz kondurulması mümkün olmayan bir toplumdur.
1970’ler, enerji şokunun etkisi ve o dönemde hâlâ büyük ölçüde etkili olan ulusal makroekonomik politikaların da yönlendirmesiyle belli bir enerji bilincinin oluştuğu ve kalkınmanın sürdürülebilirliği sorunlarının gündeme geldiği dönemdi. Petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte, 1980’lerde enerji tasarrufuna yönelik önlemleri piyasa ekonomileri boş vermeye başladı. 1990’lara gelince, “yeni ekonominin” kesintisiz büyüme yaratacağı inancı ve art arda şişip patlayan malî balonlarla enerji sorunlarına olan ilgi azaldı. Bu dönemde, sadece kalkınmış ülkelerde değil, kalkınmakta olan ülkelerde alternatif enerji girişimleri, enerji tasarrufuna yönelik teşvikler terk edildi. Örneğin Brezilya’da şeker kamışından yakıt üretmeye dayalı program bir kenara bırakıldı. Hem tarımı canlandıracak, hem de Brezilya’ya önemli bir enerji bağımsızlığı verecek bu projenin şimdi yeniden canlandırılması düşünülüyor. Bu programın terk edilmesinin yarattığı makroekonomik kaybın hesabını kimse yapmıyor. On beş yıllık bir kayıp söz konusu. Bütün ülkelerde, piyasa ekonomisinin aşırı miyopluğu ve kronik hafıza kaybı nedeniyle yaşanan bu tür telafisi mümkün olmayan kayıp örnekleri var.
Ortodoks iktisatçılar ortaya çıkan soruna pazar ekonomisinin en uygun çözümü üreteceğini iddia etmeye devam ediyorlar. Ama teknolojik yeniliklerin hayata geçirilmesi, sadece piyasada belli bir talebin oluşmasıyla gerçekleşmiyor. Tüketim yapılarının değişmesine zorlayıcı önlemler (vergi, teşvik...), uzun vadeli yatırımlar gerektiren bu alanda siyasal sorumluların yönlendiriciliği, önerilen alternatiflerin yarar ve sakıncalarının göreli nesnel biçimde değerlendirilmesi...Bütün bunlar uzun vadede siyasal karar merkezlerinin yönlendirici ve düzenleyici işlevlerinin olmazsa olmaz önemine işaret ediyor. Buna karşılık petrol fiyatlarının iniş ve çıkış devreleri çok daha dar dilimlerde gerçekleşiyor. Bu iki farklı devre arasında geçişi piyasa mekanizması çok büyük maliyetlerle sağlayabiliyor.
Bugün enerji konusunda yaşanan sorun, kamu gücünün iktisadî yaşamı uzun vadeli hedefler çerçevesinde düzenlemek için yaptığı müdahalelerin meşrûiyeti konusuna takılıyor. Petrol fiyatının marjinal maliyetleri çok farklı olduğu için konjonktürel fiyat dalgalanmaları çok yüksek. Fiyatlardaki bu belirsizlik, alternatif enerji kaynaklarını ve enerji tasarrufu politikalarının inandırıcılığını zayıflatıyor. Bugün tüketilen petrolün yirmi otuz yıl sonra bitecek bir şey olduğunu, bunun bir tür yağma ekonomisi davranışı anlamına geldiğini üretici ve tüketicilere hatırlatacak yegâne yol, petrol tüketimine konulacak vergi. Bugün birçok devletin uyguladığı böyle bir özel tüketim vergisi, sonuçta petrol fiyatının uzun vadedeki maliyetini bize hatırlatıyor. Ama vergi vermeyi sadece bir yük, vergi alan devleti ise asalak olarak gören anlayış egemen oldukça, bu konuda uzun vadeli düzenleme yapmanın toplumsal meşrûiyet dayanakları ortadan kalkar. Piyasa toplumunun gücü, “devlet bizi söğüşlüyor ” anlayışının toplumun tüm kesimlerinde egemen olmasıyla düz oranlıdır. Böylece, artan enerji tüketimine paralel olarak, küresel çevre kirliğinin de artmasıyla sorunun daha da katmerleşmesine piyasa aktörlerinin verecekleri yegâne yanıt, “piyasa her şeyi çözmeye kadirdir” türünden bir bön inançtır.
İhtiyaçların sonsuzluğu inanışını körükleyerek, insanî varoluşu tüketmeye indirgeyen piyasa toplumu veya modern kapitalizm, kendini yeniden üretme koşullarına kendi elleriyle dinamit koyuyor. İktisadiyat toplumu ideolojisinin temel varsayım ve kabulleri de bu dinamitlerin tehlikesiz olduklarına toplumu inandırma işlevi görüyorlar. Bush’a Kyoto Protokolü’nü reddetme gerekçesini halka anlatması için akıl veren iktisatçılar, böyle bir protokolün uygulanmasının “işe yürüyerek gitmek” demek olduğunu söylemesini tavsiye ettiler. Milyonlarca Çinli de işe bisikletle veya yürüyerek değil, otomobille gitme “özgürlüğünü” talep ettiğinde, -ki Çin Komünist Partisi’nin önerdiği yeni toplumsal ideal “bir ev, bir araba” olduğu için tüm Çinliler bunu talep ediyorlar- gelişmiş ülke kanaat önderleri kaşlarını çatıyor. İktisat ideolojisi de sonuçta güçlünün istediği yönde yorum üretir.

Tuesday, October 23, 2007

Rusya'dan Çin'e bir örgüt
Şanghay İşbirliği Örgütü, Amerika'nın bölgedeki nüfuzuna karşı Doğulu bir jeo-stratejik blok
23/10/2007
AHMET İNSEL

16 Ağustos'ta Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te, Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (Shanghai Cooperation Organisation, SCO) yıllık zirvesi toplanacak. Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan'ın üye olduğu bu örgütte, Hindistan, Pakistan, Moğolistan ve İran gözlemci statüsünde yer alıyor. Beş ülkenin "terör, ayrılıkçı hareketler ve dinsel fanatizm"e karşı mücadele için işbirliği yapmaları amacıyla, 1996'da Şanghay'da başlayan "Şanghay Beşlisi görüşmeleri", buna Özbekistan'ın daha sonra dahil olmasıyla, 2001'de bir işbirliği örgütüne dönüştü. Çin'in örgütlenmesinde başını çektiği ve zaman içinde Rusya'nın ağırlığının arttığı SCO, yukarıda sayılan "üç bela"ya karşı işbirliğinin yanında, üye ülkeler arasında ulaşım yollarının, enerji nakil hatlarının geliştirilmesi gibi iktisadi işbirliğine yönelik projelerin de hayata geçirilmesine önem veriyor.
2002'de St. Petersburg'da toplanan ikinci zirvede kabul edilen üç metin arasında en fazla dikkati çekeni, bir "anti-terör ajansı"nın kurulmasını öngören anlaşmaydı. Burada kastedilen terör, ayrılıkçı hareketleri ve fanatik dini hareketleri de kapsıyor. Bu cephesiyle bakıldığında, Şanghay İşbirliği Örgütünün esas amacının, 1990'larda SSCB'nin dağılması ve Varşova Paktı'nın lağvedilmesiyle, rakip güç ABD'nin bölgedeki nüfuzunun artmasına karşı bir işbirliği girişimi olduğu pek anlaşılmıyor. Fakat kelimelerin arkasında yatanları deşince, söz konusu olanın, esas harcı ABD karşıtlığı olan bir jeo-stratejik blok olduğu görülüyor. Zaten bu "üç bela"nın arkasında da ABD'nin olduğuna dair güçlü kanaat, çoğu zaman örtülü ama son dönemde Putin'in yaptığı gibi gayet açık biçimde, bu blok içinde düzenli olarak dile getiriliyor. ABD'nin Avrasya ülkelerindeki otoriter rejimleri devirme ve demokrasi adı altında kendine bağımlı yönetimlerin iktidara gelmesini sağlama projelerinin, "renkli devrimler" ve "ayrılıkçı ayaklanmalar"la hayata geçirildiği tesbitini, Şanghay grubunun üyeleri paylaşıyor. Bölgede ABD varlığının sınırlanması, hatta geri çekilmesine yönelik girişimlerin bugüne kadar en başarılı olanı, 2005'te Şanghay örgütünün Orta Asya'daki askeri varlığına son vermesi için ABD'ye bir takvim önermesi çağrısı yapmasından birkaç ay sonra, Özbekistan'da konuşlanmış ABD askerlerinin bu ülkeyi terk etmeleri oldu.
Kuruluşunda Çin'in inisiyatifinin ağır bastığı Şanghay örgütü içinde son üç yılda Rusya çok daha aktif bir rol oynamaya başladı. Kommersant, Troud gibi gazetelerde, "SCO'nun NATO'ya alternatif oluşturduğu ve asıl amacının Asya'da Amerikan etkisini geriletmek" olduğunu belirten yazılar, 2005'ten itibaren sık yayımlanmaya başladı. "Renkli devrimlere karşı panzehir" temasının işlendiği bu yazılarda, Şanghay örgütünün Rusya için öneminin G8 üyeliğinden bile daha fazla olduğu görüşü dile getiriliyordu. Kommersant gazetesi, söz konusu girişimin "Bağımsız Ülkeler Topluğu'nun yeni bir türü olduğunu ve yeni bir Varşova Paktı'na dönüşebileceğini" iddia ettikten sonra, bu girişimi destekleyen çevrelerin zihniyet dünyasını özetleyen şu cümleyle yazıyı noktalıyordu: "Moskova ve Pekin birbirine yakınlaştıkça, Asya'da demokrasiye o kadar az alan kalır." Eleştiri değil, olumlu, arzu edilir bir gelişmeyi dile getirmek için söylenmiş sözlerdi bunlar. Bugün Şanghay Altılısı'nın siyasal dilinde "demokrasi", Amerikan nüfuzu demek.
Hindistan, Pakistan, Moğolistan
Rusya, Bişkek zirvesi öncesinde, Hindistan'ın Şanghay örgütüne tam üye olmasının, Avrasya'yı bütünüyle kaplayan ve ABD egemenliğine karşı alternatif oluşturacak bir "askeri-siyasal blok" oluşması için elzem olduğunu savunuyor. Bu sadece Rusya tarafından dile getirilmiş bir niyet değil. ABD'nin Çin'e karşı müttefik olarak Hindistan'ı kendi safına çektiğini veya çekme yolunda olduğunu biraz böbürlenerek iddia etmesine, Rice'ın ziyareti sırasında iki ülke arasında "stratejik ortaklık" oluşturulduğunun ilan edilmesine karşılık, Hindistan Şanghay örgütüne yaklaşma yolunda güçlü sinyaller vermeye devam ediyor. Bunun gerçekleşmesinin önünde iki engel var. Birincisi, geleneksel Çin-Hindistan rekabeti ve sınır ihtilafı. Diğeri ise, böyle bir genişleme sonrasında Avrasya bloğu içinde son derece marjinal bir konuma düşeceklerini bilen, başta Kazakistan olmak üzere, diğer Orta Asya ülkeleri. Bir de Hindistan'ı üye olarak alıp Pakistan'ı almamak olmayacağı için, bunun yarattığı zorluğa veya iki ülkeyi de üye yapmanın sıkıntılarına, genişleme konusunda çekimser üyeler dikkat çekiyor. Buna karşılık, ABD ile flört eden Moğolistan'ın hızla Şanghay örgütüne üye olması konusunda daha güçlü bir fikir birliği var gibi gözüküyor.
Şanghay örgütü üyeleri ABD'nin gözlemci olma talebini reddederlerken aralarında herhangi bir tartışma yaşanmadı. Son derece doğal bir karar alındığı inancının verdiği rahatlıkla talebin kabul edilmediği açıklandı. İran'ın durumu ise, SCO içinde daha ihtilaflı. Hem Çin hem Rusya, İran'ın tam üye olmasının, hatta devlet başkanları zirvesine İran Cumhurbaşkanı'nın da davetli olarak katılmasının, Şanghay bloğunun imajının fanatik biçimde Batı karşıtlığına dönüştüreceğine işaret ediyorlar. Bu eleştirilere rağmen, Kırgızistan Ahmedinecad'ı, diğer gözlemci üye temsilcileriyle birlikte Bişkek'e davet etti. İran devlet başkanı da bu davete gayet sıcak bir mesajla birlikte, olumlu yanıt verdi. Bişkek'e altı üye ve dört gözlemci devletin yanında, Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği Örgütü ile Birleşmiş Milletler temsilcileri de davetli olarak katılacaklar.
Bugünkü haliyle SCO, 30 milyon kilometre kareye yayılan, Avrasya kıtasının üçte birini kaplayan, NATO gibi entegre olmasa da, ona denk bir askeri güce sahip bir işbirliği örgütü. Rusya tarafı bu işbirliğinin bir "ittifak" olarak derinleşmesi gerektiğini savunurken, Çin sözcüleri bunun bir güvenlik işbirliği olduğunu, askeri ittifakın ise gündemde olmadığını belirtmek gereği duyuyorlar. Rusya'nın Avrasya alanında daha aktif olmaya başlamasının, geleneksel Çin-Rusya rekabetini yeniden körüklemesi de ihtimal dahilinde. Şimdilik ABD'nin yayılmacı politikalarına karşı tepkiden beslenen ABD aleyhtarlığı, ABD'den sonra en büyük iki enerji tüketicisi olan Çin ve Hindistan'ın Rusya ile işbirliği yapmaktaki çıkarları, Şanghay işbirliğinin orta vadede giderek güçlenmesine uygun koşulları oluşturuyor.
Bişkek zirvesi öncesinde, 2002'den beri Moskova'da yayımlanan ve uluslararası ilişkiler konusunda Rusça dilinde prestijli dergi olma iddiası taşıyan "Global Dünyada Rusya" adlı dergide, etkili bir dış ilişkiler uzmanının yaptığı değerlendirmede, Türkiye'nin de Şanghay örgütüne gözlemci olarak kabul edilmesinin yararlı olacağı belirtiliyordu. Yazara göre, "Şanghay İşbirliği Örgütü üzerinde herhangi bir etkisi olmayacak böyle bir yakınlaşma, ABD'nin en yakın müttefiklerinin bile Washington'ın denetiminden çıkabileceğini göstermeye yarayacak". Bu amaçla yazar bu yazıda, Türkiye'ye OCS ile "iktisadi ve stratejik ortaklık" önerilmesi fikrini öneriyor.
Şanghay girişimi, 21. yüzyılın ortalarında, 20. yüzyılın Doğu-Batı kamplaşmasının yeni bir versiyonunun hazırlanmakta olduğuna işaret ediyor. Ama bu kez Çin ve Hindistan'ın yeni yüzyılın Japonyaları olarak yerlerini alacakları bir kamplaşma bu. İşin ilginç yanı, Şanghay girişiminden en fazla rahatsızlık duyan Japonya'da bir yetkilinin söylediği sözler: "Bu ittifaktaki ülkeler bizim değerlerimizi paylaşmıyorlar. Bunları çok yakın gözetim altında tutmalıyız." Japonya'nın Çin ve Rusya ile paylaşmayıp Batı dünyası ile paylaştığı değerler nedir diye sorunca aldığınız yanıt, her şeyi özetliyor: "Onlar Amerika ve müttefiklerine karşı bir blok oluşturuyorlar". Batı'nın paylaştığı esas değer ABD müttefikliği ise, bunun ötesinde bir ortak değer kalmamışsa, o zaman demokrasinin alanı sadece Avrasya'da değil, bütün dünyada daralmaya mahkum değil mi? Bize dayatılan Doğu-Batı karşıtlığını herhalde yeniden değerlendirmemiz gerekiyor.

Türkiye ile çatışma Amerika’nın işine yarar

İkinci Dünya Savaşı olmasaydı bugün gördüğümüz ağır sanayi zengini bir çok şirket ortaya çıkmayacaktı. Ekonomilerde 'düz çizgi' durumu zengin yaratmaz ama her dalga yeni servet transferine yol açar.

Aşağıdaki brent petrol grafiğine lütfen bir göz atın ve şu soruya cevap arayın: Petrol 80 doları geçerek 80-100 dolar bandına girdi, bu artışta en çok kim kazandı?
Aklınıza herhangi bir cevap geldi mi? Bu noktada size piyasa değeri 500 milyar doların” üzerine çıkan bir dünya devi petrol şirketinin grafiğini DOW Jones Endeksi ile karşılaştırmalı olarak göstermek istiyorum.


Ne dersiniz, 2001 saldırısı sonrası ortaya çıkan yeni tehdit algılaması ile 2003 sonrası petrol fiyatlarında başlayan ralli kime yaramış!
Değerli dostlar, bu grafikler aslında “ABD’nin Türkiye ile neden çatışmak isteyeceğini” çok net anlatmakla beraber, konuyu biraz daha açmak ve petrolde son hareketin henüz başlamadığı geçtiğimiz hafta perşembe sabahına dönmek istiyorum.

İran işe yaramadı
11 Ekim Perşembe sabahı yani bayram tatiline girmemize saatler kala, Parametre programında şu analizi aktardım: “ABD yönetimi, sözde Ermeni tasarısı geçmesin çabasında görünse bile, böyle bir girişim sonrası özellikle Kuzey Irak operasyonunun da gündeme geldiği bir ortamda, ilişkiler daha da gerilebilir. Kimin gerçekten ne istediği tam olarak bilinemez. Bugüne kadar İran’la ilgili her türlü sert açıklamayı yapan Amerikan yönetimine rağmen petrol fiyatları 80 dolar üzeride kalamadı. Oysa Kuzey Irak’a girmiş bir Türkiye ile orada bulunan ABD’nin, saatler hatta dakikalar sürecek bir sürtüşmesi bile petrolü 80-100 dolar bandına rahatlıkla sokar ve 100 dolara doğru itebilir. Petrol lobisinin kimleri desteklediği dikkate alınırsa, sözde Ermeni girişimleri, Kuzey Irak operasyonu ve ABD’nin ne istediği, daha anlamlı hale gelebilir.”

Petrol 100 dolara gidiyor
Yukarıdaki yorumun yayınından saatler sonra “Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi nasıl petrolü oynatır? Bu tam bir komplo!” diyerek o kadar çok eleştiren oldu ki, varolan durumu sorgulayan ses duyduğumuzda ne kadar tahammülsüz olduğumuzu bir kez daha anladım. Lütfen yanlış anlamayın, eleştirenler izleyici değil, piyasada yer alan büyük kurumlarda tepe noktasında görev yapan arkadaşlar. Aynı durum, daha önce, petrol 30 doları geçtiğinde, “hedefi 70 ve 76 dolar açıklamasını” yine Parametre programında ortaya attığımda başıma gelmişti. İki bankanın genel müdürü beni “bu adam ne saçmalıyor” diye “Medya Grup Başkanımıza” şikâyet etmişti. Petrol 76’ı doları da geçti.
Her neyse, sorun “ben ne dedim, kim beni şikayet etti” değil. Yukarıdaki tezin üzerinden 4 gün geçti ve geldiğimiz nokta çok açık, petrol fiyatları artık yeni bir aralık içinde yani 80-100 dolar bandında hareket ediyor.

Petrol şirketleri zirvede
Sonuç 1- Türkiye’nin Kuzey Irak’a operasyon yapması ile yükselen ve daha da yükselecek olan petrol fiyatları önemli bir detay olmakla birlikte hükümetin Amerika’ya sert çıkışlarını ve bugüne kadar gördüğü desteği de dikkate alınca, aklıma başka bir soru geliyor: Acaba Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi isteniyor olabilir mi?
Sonuç 2: Şöyle düşünün, petrol şirketleri tarafından desteklenen bir ABD yönetimisiniz ve 2001 sonrası değişen tehdit algılaması ve zirve yapan petrol fiyatı ile sizi destekleyenler, son 6 yılda 1850 yılından yani ABD’de petrol ürünlerinin ilk ticaretinin başladığı dönemden bugüne, hayatlarında görmedikleri parayı kazanmış. Petrol şirketlerinin piyasa değerleri rekorlar kırmış, kârları tarihe geçmiş.

Irak'ta çatışır görünmek
Sonuç 3: Ayrıca Orta Doğu’daki ortaklarınız ile varlığınız katlanmış ve yüksek petrol fiyatı ile ortaya çıkan fazla para ile sermaye piyasalarında ABD fonları 1 dolara 15 dolara kadar kazanç sağlamış. Böyle bir yapı içinde ana desteği “askeri-endüstriyel lobi” olan ve Orta Doğu’da ateşi canlı tutmak için her şeyi yapan bir ABD yönetimi, acaba Türkiye ile Kuzey Irak’ta çatışır görünmeyi tercih etmez mi? Bizim hükümetin de Amerika’ya bu kadar rahat sallamasının ardında başka detaylar olamaz mı?
Sonuç 4: Çok engellemek istedikleri sözde Ermeni tasarısı, 16 şehit vermemizi izleyen saatlerde ABD’de komisyondan geçti. Birkaç saat sonra Amerika’ya karşı Kuzey Irak Operasyonu gündeme geldi ve dünya bunu tartışmaya başladı. Bütün bunlar olurken ABD yönetimini destekleyen en büyük petrol şirketi, artan petrol fiyatı ile fazladan milyar doları kasasına koydu.
Sonuç 5: İkinci Dünya Savaşı olmasaydı bugün gördüğümüz ağır sanayi zengini bir çok şirket ortaya çıkmayacaktı. Ekonomilerde “düz çizgi” durumu “zengin” yaratmaz ama her dalga yeni servet transferine yol açar.
Son söz: Terör’ün bitirilmesi amacıyla gereken her şeyin yapılmasına inanan biri olarak, dünya sistemini sorguladığımda diyorum ki, neye alet olduğumuzu da çok ama çok iyi sorgulamalıyız.

Yiğit Bulut
yigitb@cnnturk.com.tr

Monday, October 22, 2007

Batı, AKP'yi anlamaya çalışıyor
Adalet ve Kalkınma Partisi bir bakıma Kemalizm'in kırmızı çizgilerinin bir ürünü. Ne var ki AKP sadece ve sadece bu nedenle 'ılımlı' hale gelmedi. Türkiye'nin iktidar partisi, aynı zamanda toplumsal değişimi yakaladığı için değişti. Türkiye'deki kapitalist düzen sayesinde değişti
20/08/2007

ÖMER TAŞPINAR WASHINGTON
Avrupa ve Amerikan basınında kalbur üstü gazete ve dergilerde Türkiye üzerine çıkan birçok yazıda Türkiye'nin kimlik sorunları ve çelişkileri tartışılıyor. Batılı analistlere ilginç gelen iki olgu var. Bunlardan birincisi Kemalizm ve ordunun rolüyle ilgili. Cumhuriyet'i kurmuş, Batılılaşmayı amaç edinmiş, devletin resmi ideolojisi haline gelmiş Kemalizm ve Türk Silahlı kuvvetleri bugün Batı'ya, küreselleşmeye, kapitalizme, demokrasiye, liberalizme, çokkültürlülük tartışmasına nasıl bakıyor? Bu soruya cevap arıyorlar. Bu arada Kemalizm nedir, 21. yüzyılda ne anlama geliyor gibi tartışmalar da var tabii.
İkinci merak konusu Türkiye'deki İslami hareketin dönüşümü. Temelde sorulan soru şu: Türkiye'de yakın geçmişe kadar Batı karşıtlığıyla bilinen muhafazakâr-İslami hareket nasıl değişti? Neden Batı, demokrasi, Avrupa Birliği ve küreselleşme kavramlarıyla daha barışık hale geldi?

Bu duruma ve bu sorulara sadece ve sadece 'takiye' diyerek cevap vermiyor Batı. Türkiye'de İslami yönü olan bir hareket nasıl oldu da bu kadar ciddi bir 'evrim' geçirdi diye merak ediyorlar. Komplo teorileri kurarak onlar hâlâ İslamcı demiyorlar. 'Rol' meselesi Yani Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 'rol' yaptığına inanmıyorlar. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Kemalizm'e oranla Batı'yla daha barışık halde olmasını son derece ciddiye alıyorlar. İşte bu konuda Türkiye'de ciddi bir çelişki, bir kimlik sorunu görüyorlar.

Türkiye'deki bu çelişki, dünya genelinde tam aksi yönde giden dinamiklere bakınca daha da anlam kazanıyor. Zira dünya genelinde İslam ve Batı ciddi bir gerginlik halinde. Huntington'ın 'Medeniyetler Çatışması' senaryorsu adeta gerçek olmuş durumda. Bütün bunlar nedeniyle Türkiye Batılı gözlemcilerin gözünde yakından takip edilmesi gereken son derece ilginç bir ülke. Kimilerine göreyse Türkiye Medeniyetler Çatışması'nı geçersiz kılan yegâne siyasi model.
Batı'nın ve de özellikle ABD'nin, Türkiye'yi bu şekilde bir model olarak algılaması Kemalizm ile Batı arasındaki ilişkileri daha da geriyor. Zira Kemalistler Türkiye'nin Batı'nın gözünde bir 'model' haline gelmesini kesinlikle istemiyorlar. Bu tür model söylemleri Kemalist cemaatin gözünde Batı'nın Türkiye'de bir 'ılımlı İslam' rejimi yaratmak istemesinden kaynaklanıyor.

Benim görebildiğim kadarıyla Kemalistler Batı'nın Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kullanarak Kemalizm'i yıpratmak peşinde olduğunu düşünüyorlar. Bunun mantığı nedir? Neden Batı Kemalizmi yıpratmak istesin? Buna verilecek doğru dürüst bir cevap bulmak zor. Solcu Kemalizm bu soruya "Batı bizi sömürmek istiyor" diyerek cevap veriyor herhalde. Diğer bir cenah ise Batı Kemalist Cumhuriyet'i ve laikliği 'feda' ederek, radikal İslam'ın karşısına 'ılımlı İslam' çıkarmak istiyor diye düşünüyor herhalde. Zamanında ABD tarafından Sovyet komünizminin karşısına çıkarılan o efsanevi 'yeşil kuşak' projesi bu tür Kemalist analizlere ilham kaynağı oluyor olabilir. Seçim sonrası

Tabii burada asıl ilginç olan Kemalistlerin kendilerine ve rejime olan güven eksikliği. Sürekli korku ve panik halindeler. Bu gerilim hali 22 Temmuz seçimlerinden sonra daha da artmışa benziyor. Zaten bütün Kemalist söylem 'Cumhuriyet hiçbir zaman bu kadar ciddi tehdit altında olmamıştı' cümlesiyle başlıyor hep. Oysa ki Türkiye'deki laik rejimin Batı tarafından her an yıkılabilir oluşuna bu kadar rahatça inanmak paranoya ötesi, müthiş bir zafiyet göstergesi.
Bir bakıma Kemalizm aslında kendi başarısının kurbanı oluyor. Çünkü Türkiye'de İslam'ı bu kadar ılımlı hale getiren Kemalizmin ta kendisi. Neden mi? 28 Şubat sürecini hatırlayın ve Adalet ve Kalkınma Partisi neden böylesine dört elle Avrupa Birliği projesine sarıldı diye sorun. Ama burada bir uyarı yapmak gerekiyor. Evet Adalet ve Kalkınma Partisi bir bakıma Kemalizm'in kırmızı çizgilerinin bir ürünü. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi sadece ve sadece bu nedenle ılımlı hale gelmedi. Adalet ve Kalkınma Partisi aynı zamanda toplumsal değişimi yakaladığı için değişti. Türkiye'deki kapitalist düzen sayesinde değişti. Eğer Anadolu'da ortaya çıkan yeni bir girişimci ve sermaye sınıfı olmasaydı böyle bir parti kolay kolay ortaya çıkmazdı.
Mısır'da Kemalizm yok!

Eğer Türkiye'de demokrasi olmasaydı Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir hareket gene olamazdı. Neden mi? Çünkü demokrasi ve seçimler halkı kazanmak için var. Halkı kazanmak ise 'pragmatizm' gerektiriyor. Sert bir ideolojik yaklaşım yerine 'hizmet ve diyalog' gerekiyor demokraside. Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir hareket işte zaten bu nedenle otoriter bir düzende ortaya çıkamazdı. Gene bu nedenle böyle bir hareket Ortadoğu'daki otoriter ülkelerde mümkün olamaz. Mesela Mısır gibi bir ülkede 'Müslüman Kardeşler' hareketi aynı dönüşümü gösteremiyor. Zira Mısır'da ne doğru dürüst bir kapitalizm ne de işleyen bir demokrasi var. Tabii Mısır'da Kemalizm de yok. İşte zaten o nedenle belki de formül şu şekilde kurulmalı: KEMALİZM + KAPİTALİZM + DEMOKRASİ = AKP.

Bu basit formüle bir de tabii ki Avrupa Birliği sürecini eklemek gerekiyor. Eğer Türkiye'nin Avrupa Birliği süreci 1999 yılında Helsinki zirvesiyle tekrar teyit edilmeseydi, yeni kurulacak Adalet ve Kalkınma Partisi için Avrupa Birliği süreci cankurtaran olmayacaktı. Avrupa Birliği'ni ulaşılacak hedef olarak göstermesi sayesinde Adalet ve Kalkınma Partisi sistemin, rejimin ve büyük sermayenin gözünde 'meşruiyet' kazandı. Ancak bugün rejim ve asker Avrupa Birliği'nden soğumuş görünüyor. Batı'nın Adalet ve Kalkınma Partisi ve 'ılımlı İslam' konusunu model gösterip, Türkiye'ye sempati duyması Kemalizm'i çileden çıkarıyor. Ama iş bununla kalmıyor.

Kemalizm'in Batı'ya olan kızgınlığını daha da artıran ikinci konu tabii ki Kürt meselesi. İster Amerika Birleşik Devletleri ister Avrupa Birliği bu konuda sabıkalı olarak görülüyor. Birleşik Devletler, Irak'ta Kürt devleti peşinde koşuyor, Avrupa Birliği ise Türkiye'yi içeriden bölmek istiyor şeklinde bir algılama var. Her ne kadar bu algılama sadece Kemalistler değil, bütün Türkiye tarafından paylaşılıyor gibi görünse de, İslami kesim konuya biraz daha sağlıklı yaklaşabiliyor. Mesela AK Parti bazen 'Hepimiz Müslümanız' bazen de 'altkimlik, üstkimlik' söylemleri sayesinde etnik dozu daha az olan bir milliyetçilik sergiliyor. Ayrıca İslami kesim Osmanlı'dan gelen çokkültürlü mirasa Kemalistlere oranla daha rahat sahip çıkıyor ve bu konuda Batı'yla daha barışık bir tavır sunuyor.

Türkiye'de bu kimlik sorunlarının ve ortaya çıkan çelişkili tablonun demokratik bir süreç içinde, herhangi bir Kemalist askeri müdahale yaşanmadan cereyan etmesi son derece önemli. Türkiye'nin kendi iç dinamikleri bu demokrasi ortamını yeterince sağlayamadığı için, Türkiye'nin Avrupa Birliği adına yaptığı reformlar çok önemli.

Bu nedenle Kemalizm'in Batı'ya karşı duyduğu kızgınlık Avrupa Birliği'ne karşı yöneldikçe Türkiye'de demokrasiyi de tehlikeye atıyor. Avrupa Birliği'nden soğumuş bir Kemalizm, aynı zamanda demokrasiden de soğmuş duruma geliyor. Zaten bu nedenle Washington'ın da Türkiye konusundaki en ciddi endişesi Kemalizmin Avrupa Birliği'ne olan inancını kaybetmiş olması. Tabii bu konuda Avrupa'nın da son derece ciddi hataları oldu. Onlar da başka bir yazıya.
Dr. Ömer Taşpınar: Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü

Ilımlı İslam, Ilımlı Laiklik ve ABD

Sedat Laçiner

Oğul Bush döneminde Türkiye’nin bir İslam devleti olduğunu Amerikalı siyasetçilerden ve diplomatlardan daha sık duyar olduk. Bush yönetiminin en ılımlılarından bir önceki siyahî Dışişleri Bakanı Colin Powell bile Türkiye’den ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak bahsetmişti (1 Nisan 2004). Radikal gazetesi bu ifadeyi ‘gaf’ olarak nitelendirirken, Türk basınında çok daha sert yorumlar çıktı. Aslında Powell bu ifadeyi Türkiye’yi bir model olarak lanse etmek için kullanıyordu. Ancak hakkındaki en sert ifadeler bu açıklama sonrasında geldi. ABD’nin Türkiye’yi bölmek istediği, Türkiye’ye şeriat getirmek istediği ve daha nice yorum yapıldı.

Powell’dan sonra da bu tür ifadeleri Amerikalıların ağzından zaman zaman işittik. Bunun en son örneği ise ABD Dışişleri eski Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke’dan geldi. Holbrooke Türkiye’yi ‘ılımlı İslam demokrasisi’ olarak tanımladı. Demokrat Parti’nin 2008 başkanlık seçimlerini kazanması halinde Dışişleri Bakanı olabileceği konuşulan Holbrooke’un bakış açısı Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin Türkiye’ye ve İslam’a bakış açıları arasında zamanla oluşan benzerliğe de işaret etti.

Elbette Holbrooke’un açıklamaları da özellikle ulusalcı solda çok büyük bir tepkiye yol açtı. Amerika’nın Türkiye’yi din devleti haline getirmek istediği ve AKP’yi de desteklediği en sert üsluplarla yazıldı, çizildi.

Diğer taraftan bu tür açıklamalar Türkiye’de bir kesimi memnun etti. En radikalinden en ılımlısına kadar daha muhafazakâr olan bu çevreler ABD’nin Türkiye’yi İslam dünyasına model olarak göstermesini bir tür şans olarak gördüler. Hatta Türkiye’de darbelere karşı güvence olarak görülen dış kaynaklar arasına AB ile birlikte ABD de katılmış oldu. Muhafazakârlar kadar liberaller de ABD’yi Türkiye’de demokratik olgulaşmanın güvencesi olabilir düşüncesiyle zaman zaman kutsadılar. Muhafazakâr ve liberallerin nispi memnuniyeti ise ulusalcı solu daha da panikletti. ABD Büyük Ortadoğu projesi’ni uygulamaya sokmuş ve içeride de işbirlikçiler bulmuş oluyordu. Oysa sevinenler hiç sevinmesin, üzülenler de hiç üzülmesin. Çünkü ABD hakkındaki kanaatlerin büyük bir kısmı temelinden yanlış:

ABD’nin kullandığı İslam, demokrasi, Ortadoğu vb. kavramları biz Türkler tamamen Türkiye’de nasıl anlıyorsak öyle yorumluyoruz. Oysa bu kavramların Amerikancası, Avrupacasına bile tam olarak benzememektedir. Amerikalı ‘ılımlı İslam demokrasisi’ derken, ya da ‘İslam devleti’ derken bizim anladıklarımızı anlamıyor. Hele hele de neo-con Amerikalılar ve onların paranoyak hale soktuğu benim deyişimle ‘neo-Demokratlar’ söz konusu olan Ortadoğu ve Türkiye olduğunda çok farklı bir sözlükten bu kavramları okuyorlar…

Bush’un çevresindeki ekibin Müslümanlar ile uzlaşmak gibi herhangi bir niyeti yok. ‘En iyi Müslüman ölü Müslüman’ ya da ‘din değiştirmiş Müslüman’ anlayışı bilinç altlarında yerleşik vaziyette. Bu anlamda Müslüman devletleri daha ılımlı ve daha demokrat yapmak gibi bir projeleri yok. Söylem düzeyindeki ifadeler de eninde sonunda askeri müdahaleye kadar uzanıyor. Ayrıca ABD’nin Büyük Ortadoğu projesi daha fazla İslami rejim öngörmüyor. Aksine İslami özellikleri budanmış ve toprak olarak da küçültülmüş ülkeler istiyor. Bush Yönetimi’nin Türkiye’de AK Parti’ye ve dolayısıyla ılımlı İslam’a destek verdiği de tamamen bir efsane. Neo-conlara yakın think tanklardan diplomatlara kadar hangi çevreye baksanız AKP’ye şüphe ile yaklaşıldığını rahatça görebilirsiniz. İlişkiler 1 Mart Tezkeresi’nden bu yana hiç düzelmedi. Hatta AKP’liler için Başkan Bush’tan randevu alabilmek dahi zorlaştı. Bu bağlamda Amerikalıların ‘ılımlı İslam’ dedikleri aslında bizim anladığımız ılımlı İslam değil, bizzat laikliğin kendisidir. Yani ABD Türkiye’deki laikliğin en önemli destekçisidir, İslamcıların değil. ABD Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, laik, modern Türkiye’yi model olarak görmektedir. Bu Türkiye’de din de bir renk olarak kalabilir. Bunda mahzur görmüyor. Fakat böyle dedik diye hemen laik/laikçiler sevinmesin. Çünkü dedik ya, siyasetin bir de Amerikancası var.

Eğer ABD ‘laiklik’ diyorsa, ‘modern’ diyorsa, bundan Batı’ya tam itaati anlar. ABD’nin her dediğini yapacak bir ülke hayal eder. Nitekim en son American Thinker’da çıkan ‘A Turkish Solution to Iraq’ adlı makale de dâhil son dönem Amerikalılarının ‘laik Atatürk’ modelinden anladıkları askere sırtını dayamış otoriter bir laikliktir. Atatürk’e ve Türk siyasi tecrübesine haksızlığın ötesinde büyük bir hakaret sayılması gereken bu bakış açısı Türkiye’de demokratikleşmenin geriye dönmesi, otoriter bir siyaset ve olabildiğince/kontrolsüz liberalleşmiş bir ekonomi anlamına gelir ki, böyle bir varış noktasının muhafazakâr, liberal ya da ulusalcı kaç Türkü tatmin edebileceğini bilemiyorum.

Kısacası Amerika ‘ılımlı İslam’ dediğinde askerin rolünün arttığı, hatta darbeden dolayı müdahalelere kadar siyasetin göbeğinde yer aldığı Batıcı, laik bir ülke anlamaktadır. Bunun söylerken elimizde kanıtlarımızda var. Bugün Washington’daki hemen hemen tüm neo-con güç odakları AKP aleyhinde çalışmaktadır. Zeyno Baran başta olmak üzere neo-con Türkiye ‘uzmanları’ Türkiye’de askeri darbenin meziyetlerinden bahsediyorlar. Zeyno Baran’ın kocası ve Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye bakan ismi Bryza ise Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının Türkiye’de gerginliği nasıl arttırabileceğini anlatıyor. Diğer neo-con kuruluşları AKP’nin aldığı % 46’yı aşan oyun aldatıcı olduğunu, bu partinin Hristiyan ve Yahudi düşmanı olduğunu her vesileyle ifade ediyorlar. Seçimlerden hemen sonra bu kuruluşlardan birine bağlı başka bir Türk uzmanın AKP’yi Hristiyan düşmanı ve Batı karşıtı gösteren makalesinin son derece saygın bir Amerikan gazetesinde yayınlanması da bir tesadüf değildi.

***

Önümüzdeki günlerde Washington’daki militarist lobi daha aktif olacak. Türkiye’de siyasi sistemdeki her hata bu başkentte kriz haline getirilecek. Türkiye’deki liberal demokrasinin gelişmesinden yana olanlar bu çabaları için ABD’den bir destek geleceğini sanıyorlarsa yanılıyorlar. ABD’nin, en azından köktenci neo-conların hayalindeki Türkiye ‘ılımlı İslam’ ya da ‘ılımlı laik’ bir ülke değil. ABD’nin istediği Batı yanlısı ve ABD ile her türlü işbirliğini yapan, 1 Mart Tezkeresi’ndeki gibi davranamayacak kadar demokrasisinin geliştirilmesine izin verilmiş, Pakistan’dan biraz daha demokratik bir ülke. Fakat herkes ABD’yi kendi niyetine göre okuyor. Bu nedenle herkes birbirini Amerikancı olmakla suçlarken, kapı arkalarında “bizim böyle konuştuğumuza bakmayın, Türkiye’de sizin asıl dostunuz biziz” mesajını vermeye çalışıyor.

Taraflar birbirlerinin gözlerini oymaya ve ABD’ye hoş görünmeye çalışırken bundan yararlanan yine ABD oluyor. Türkiye’nin Irak dışında tutulması, buna karşın PKK kamplarının hala Irak’ta kalmasının en önemli aracı bu olmadı mı?

15 Ağustos 2007

Wednesday, October 17, 2007

Putin Maneuvers for Influence in Central Asia
By Patrick GoodenoughCNSNews.com International EditorOctober 17, 2007(CNSNews.com)
- Russian President Vladimir Putin has used a summit meeting of five countries adjacent to the resource-rich Caspian Sea to challenge U.S. influence in the region. It's latest move in what some political analysts are calling a new "great game," a reference to the British-Russian rivalry in the region in the 19th and early 20th centuries.Although much of the attention given to the summit in Tehran revolved around Putin's visit to Iran -- the first by a Russian leader since Stalin -- and Moscow's ambiguous stance towards Tehran's nuclear aspirations, his pursuit of a policy of undercutting Western interests in three former Soviet states on Russia's southern flank also is highly significant.The message coming out of the meeting in Tehran appeared intended to warn the U.S. against viewing two of the Caspian littoral states, Azerbaijan and Kazakhstan, as potential partners in its regional security strategy.Iran is the immediate focus, but the region's strategic location vis-a-vis Afghanistan, Pakistan, China and Russia itself ensures its long-term importance for policy-makers in Washington and Moscow alike.It has long been rumored that the U.S. may hope to use Azerbaijan, Iran's northern neighbor, as a launch pad for a possible attack against Iran -- speculation that was fuelled when CIA Director Gen. Michael Hayden paid a low-key visit to the capital, Baku, late last month.Azerbaijan, like Iran, is largely Shi'ite, but it is also predominantly secular. Its relations with Iran are currently strained over a trial in Baku of a group of Islamists accused of plotting against the state, allegedly financed by Iran's Islamic Revolutionary Guard Corps.Kazakhstan, the large, oil-rich state across the Caspian from Azerbaijan, has become increasingly important to the U.S. since another of the former Soviet "stans," Uzbekistan, fell out with U.S. in 2005 over human rights violations and expelled U.S. forces from a military base there -- to Moscow's evident delight. The U.S. has described Kazakhstan as a "regional anchor," and a top U.S. Navy commander recently visited the country to discuss helping its developing Caspian naval operations. For Putin, therefore, the meeting of the Caspian five provided an opportunity to counter U.S. efforts. He has similarly used another regional grouping, the Shanghai Cooperation Organization, to pursue the same aim.In a clear reference to Iran, Putin declared in Tehran that "no Caspian nation should offer its territory to third powers for use of force or military aggression against any Caspian state."The five participants -- the fifth member is Turkmenistan -- put their names to a joint statement. According to the Tehran Times, the document said, among other things, "the sides agree that they will never launch a military attack against any of the littoral states [and] the sides reiterate that they will not let any country use their soil for a military attack against other littoral states."Another important decision coming out of the meeting, according to both Putin and Iranian President Mahmoud Ahmadinejad, was an agreement that only ships flying the flags of the five littoral states may navigate the Caspian's waters.On the issue of pipelines through which Caspian energy supplies are carried to world markets, Putin said their construction must be based on consensus among the five states.Russia has long enjoyed a regional pipeline monopoly -- and the resulting economic and political benefits -- but a U.S.-backed pipeline from Baku in Azerbaijan to the Turkish Mediterranean port of Ceyhan has broken that monopoly by bypassing Russia.The U.S. also supports a new pipeline project that would carry natural gas from Turkmenistan along the Caspian seabed to Baku, thus again bypassing both Russia and Iran. Russia's proposal that all five countries would have to agree before any of them can build pipelines appears intended to obstruct that plan.The Caspian group -- which met only once before, five years ago -- has now agreed to meet more regularly, with foreign ministers gathering every six months and leaders annually.The Caspian Sea is the world's largest enclosed body of water, roughly the size of Montana. Disputes persist among the littoral states over the sea's legal status, and consequently how they share its oil and other resources.


The "Great Game" Enters the Mediterranean: Gas, Oil, War, and Geo-Politics
By Mahdi Darius Nazemroaya
Global Research, October 14, 2007
Preface: The Caspian Sea Summit and the Historical Crossroads of the 21st Century
This article is part of The Sino-Russia Alliance: Challenging America’s Ambitions in Eurasia (September 23, 2007). For editorial reasons the article is being published by Global Research in three parts. It is strongly advised that readers also study the prior piece. History is in the making. The Second Summit of Caspian Sea States in Tehran will change the global geo-political environment. This article also gives a strong contextual background to what will be in the backdrop at Tehran. The strategic course of Eurasia and global energy reserves hangs in the balance.
It is no mere chance that before the upcoming summit in Tehran that three important post-Soviet organizations (the Commonwealth of Independents States, the Collective Security Treaty Organization, and the Eurasian Economic Community) simultaneously held meetings in Tajikistan. Nor is it mere coincidence that the SCO and CSTO have signed cooperation agreements during these meetings in Tajikistan, which has effectively made China a semi-formal member of the CSTO alliance. It should be noted that all SCO members are also members of CSTO, aside from China.
This is all in addition to the fact that the U.S. Secretary of State, Condoleezza Rice, and the U.S. Secretary of Defence, Robert Gates, were both in Moscow for important, but mostly hushed, discussions with the Kremlin before Vladimir Putin is due to arrive in Iran. This could have been America’s last attempt at breaking the Chinese-Russian-Iranian coalition in Eurasia. World leaders will watch for any public outcomes from the Russian President’s visit to Tehran. It is also worth noting that NATO’s Secretary-General was in the Caucasus region for a brief visit in regards to NATO expansion. The Russian President will also be in Germany for a summit with Angela Merkel before arriving in Tehran.On five fronts there is antagonism between the U.S. and its allies with Russia, China, and their allies: East Africa, the Korean Peninsula, Indo-China, the Middle East, and the Balkans. While the Korean front seems to have calmed down, the Indo-China front has been heated up with the start of instability in Myanmar (Burma). This is part of the broader effort to encircle the titans of the Eurasian landmass, Russia and China. Simultaneous to all this, NATO is preparing itself for a possible showdown with Serbia and Russia over Kosovo. These preparations include NATO military exercises in Croatia and the Adriatic Sea.
In May, 2007 the Secretary-General of CSTO, Nikolai Bordyuzha invited Iran to apply to the Eurasian military pact; “If Iran applies in accordance with our charter, [CSTO] will consider the application,” he told reporters. In the following weeks, the CSTO alliance has also announced with greater emphasis, like NATO, that it too is prepared to get involved in Afghanistan and global “peacekeeping” operations. This is a challenge to NATO’s global objectives and in fact an announcement that NATO no longer has a monopoly as the foremost global military organization.
The globe is becoming further militarized than what it already is by two military blocs. In addition, Moscow has also stated that it will now charge domestic prices for Russian weaponry and military hardware to all CSTO members. Also, reports about the strengthening prospects of a large-scale Turkish invasion of Northern Iraq are getting stronger, which is deeply related to Anglo-American plans for balkanizing Iraq and sculpting a “New Middle East.” A global showdown is in the works.
Finally, the Second Summit of Caspian Sea States will also finalize the legal status of the Caspian Sea. Energy resources, ecology, energy cooperation, security, and defensive ties will also be discussed. The outcome of this summit will decide the nature of Russo-Iranian relations and the fate of Eurasia. What happens in Tehran may decide the course of the the rest of this century. Humanity is at an important historical crossroad. This is why I felt that it was important to release this second portion of the original article before the Second Summit of the Caspian Sea States.Mahdi Darius Nazemroaya, Ottawa, October 13, 2007.
The haunting spectre of a major war hangs over the Middle East, but war is not written in stone. A Eurasian-based counter-alliance, built around the nucleus of a Chinese-Russian-Iranian coalition also makes an Anglo-American war against Iran an unpalatable option that could turn the globe inside-out. [1] America’s superpower status would in all likelihood come to an end in a war against Iran. Aside from these factors, contrary to the rhetoric from all the powers involved in the conflicts of the Middle East there exists a level of international cooperation between all parties. Has the nature of the march to war changed?Tehran’s Rising Star: Failure of the Anglo-American attempt to Encircle and Isolate Iran
Shrouded in mystery are the dealings between Iran and the Republic of Azerbaijan during an August, 2007 meeting between President Ahamdinejad and President Aliyev. Both leaders signed a joint declaration in Baku on August 21, 2007 stating that both republics are against foreign interference in the affairs of other nations and the use of force for solving problems. This is a direct slur at the United States. Baku also reemphasized its recognition of Iran’s nuclear energy program as a legitimate right. However, the meetings between the two sides took place after a few months of meetings between Baku and the U.S. together with NATO officials. Baku seems to be caught in the middle of a balancing act between Russia, Iran, America, and NATO. At the same time as the meetings between the Iranian President and Aliyev in Baku, Iranian officials were also in Yerevan holding talks with Armenian officials.This could be part of an Iranian attempt to end tensions between Baku and Yerevan, which would benefit Iran and the Caucasus region. The tensions between Yerevan and Baku have been supported by the U.S. since the onset of the post-Cold War era, with Baku within the U.S. and NATO spheres of influence.

At first glance, Iran has been busy engaging in what can be called a counter-offensive to American encroachment. Iranian officials have been meeting with Central Asian, Caucasian, Gulf Cooperation Council (GCC), and North African leaders in a stream of talks on security and energy. The SCO meeting in Kyrgyzstan was one of these. The importance of the gathering was highlighted by the joint participation of the Iranian President and the Secretary-General of the Supreme Security Council of Iran, Ali Larijani.

Iran’s dialogue with the presidents of Turkmenistan, the Republic of Azerbaijan, and Algeria are part of an effort to map out a unified energy strategy spearheaded by Moscow and Tehran. Iran and the Sultanate of Oman are also making arrangements to engage in four joint oil projects in the Persian Gulf. [2] Iran has also announced that it will start construction of an important pipeline route from the Caspian Sea to the Gulf of Oman.[3] This project is directly linked to Iranian talks with Turkmenistan and the Republic of Azerbaijan, two countries that share the Caspian Sea with Iran. Furthermore, after closed-door discussions with Iranian officials, the Republic of Azerbaijan has stated that it is interested in cooperating with the SCO. [4] In addition, Venezuela, Iran, and Syria are also coordinating energy and industrial projects.
The Nabucco Project, Eurasian Energy Corridors, and the Russo-Iranian Energy Front
Across Eurasia strategic energy corridors are being developed. What do these international developments insinuate? A Eurasian-based energy strategy is taking shape. In Central Asia, Russia, Iran and China have essentially secured their own energy routes for both gas and oil. This is one of the reasons all three powers in a united stance warned the U.S. at the SCO’s Bishkek Summit, in Kyrgyzstan, to stay out of Central Asia. [5]

In part one of the answers to these questions leads to the Nabucco Project, which will transport natural gas from the Caucasus, Iran, Central Asia, and the Eastern Mediterranean towards Western Europe through Turkey and the Balkans. Spin-offs of the energy project could include routes going through the former Yugoslav republics. Egyptian gas is even projected to be connected to the pipeline network vis-à-vis Syria. There is even a possibility that Libyan gas from Libyan fields near the Egyptian border may be directed to European markets through a route going through Egypt, Jordan, and Syria which will connect to the Nabucco Pipeline. At first glance, it appears that the transport of Central Asian gas, under the Nabucco Project, through a route going through Iran to Turkey and the Balkans is detrimental to Russian interests under the terms of the Port Turkmenbashi Agreement signed by Turkmenistan, Russia, and Kazakhstan. However, Iran and Russia are allies and partners, at least in regards to the energy rivalry in Central Asia and the Caspian Sea against the U.S. and the European Union. In May, 2007 the leaders of Turkmenistan, Russia, and Kazakhstan also planned the inclusion of an Iranian energy route, from the Caspian Sea to the Persian Gulf, as an extension of the Turkmenbashi Agreement. A route going through either Russia or Iran is mutually beneficial to both countries. Both Tehran and Moscow have been working together to regulate the price of natural gas on a global scale. If Turkmen gas goes through Russian or Iranian territory, Moscow will profit either way. Both Tehran and Moscow have hedged their bets in a win-win situation.Russia is also involved in the Nabucco Project and has secured a Balkan energy route for the transportation of fuel to Western Europe from Russia vis-à-vis Greece and Bulgaria. To this end on May 21, 2007 the Russian President arrived in Austria to discuss energy cooperation and the Nabucco Project with the Austrian government. [6] One of the outcomes of the Russian President’s visits to Austria was the opening of a large natural gas storage compound, near Salzburg, with a holding capacity of 2.4 billion cubic metres. [7] The Nabucco Project and a united Russo-Iranian energy initiative are also the main reasons that the Russian President will visit Tehran for an important summit of leaders from the Caspian Sea, in mid-October of 2007. Map: Contours of the Nabucco Project© Jan Horst Keppler, European Parliament (Committee on Foreign Affairs), 2007.
One might ask if Russia, Iran, and Syria are surrendering to the demands of America and the E.U. by providing them with what they sought in the first place. The answer is no. The Franco-German entente is very interested in the Nabucco Project and through Austria has much at stake in the energy project. French and German energy firms also want to get involved as are Russian and Iranian companies. This is also one of the reasons Vienna has been vocally supporting Syria and Iran in the international arena. Total S.A., the giant French-based energy firm, is also working with Iran in the energy sectors.

Tehran, Moscow, and Damascus have not been fully co-opted; they are acting in their national and security interests. However, the national interests of modern nation-states should also be scutinized further. The leverage Moscow and Tehran now have can be used to drive a wedge between the Franco-German entente and the Anglo-American alliance. A case in standing is the initial willingness of France and Germany to accept the Iranian nuclear energy program. It is believed in Moscow and Tehran that the Franco-German entente could be persuaded to distance itself from the Anglo-American war agenda with the right leverage and incentives.This could also be one of the factors for the marine route of the Nord Stream gas pipeline, which runs from Russia through the Baltic Sea to Germany and bypasses existing energy transit routes going through the Baltic States, Ukraine, Belarus, Slovakia, the Czech Republic, and Poland. Eastern Europe is part of what is called “New Europe” as a result of Donald Rumsfeld’s 2003 comments that only “Old Europe,” meaning the Franco-German entente, was against the Anglo-American invasion of Iraq. [8] For example Poland is an Anglo-American ally and could block the transit of gas from Russia to Germany if it was prompted to do so by Britain and America. Moreover, Russia could exert pressure on these Eastern European countries by cutting their gas supplies without effecting Western Europe. Several of these Eastern European states also were pursuing transit fee schemes and reduced gas prices because of their strategic placements as energy transit routes.
Russia and Iran are also the nations with the largest natural gas reserves in the world. This is in addition to the following facts; Iran also exerts influence over the Straits of Hormuz; both Russia and Iran control the export of Central Asian energy to global markets; and Syria is the lynchpin for an Eastern Mediterranean energy corridor. Iran, Russia, and Syria will now exercise a great deal of control and influence over these energy corridors and by extension the nations that are dependent on them in the European continent. This is another reason why Russia has built military facilities on the Mediterranean shores of Syria. The Iran-Pakistan-India gas pipeline will also further strengthen this position globally.
Map: Nabucco Gas Pipeline Project Gas Supply Sources for Nabucco© Nabucco Gas Pipeline International GmbH, 2007. Map: Levantine Energy Corridor© Mahdi Darius Nazemroaya, Global Research, 2007. Map: Gas-Pipeline vom Iran bis Österreich English translation from German: Gas Pipeline from Iran to Austria© Der Standard, 2007.The Baltic-Caspian-Persian Gulf Energy Corridor: The Mother of all Energy Corridors?To add to all this, American and British allies by their very despotic and self-concerned natures will not hesitate to realign themselves, if presented with the opportunity, with Russia, China, and Iran. These puppet regimes and so-called allies, from Saudi Arabia and Kuwait to Egypt, have no personal loyalties and are fair-weather allies. If they can help it, the moment they believe that they can no longer benefit from their relationships as clients they will try to abandon the Anglo-American camp without hesitation. Any hesitation on their part will be in regards to their own political longevity. Iran, Russia, and China have already been in the long process of courting the leaders of the Arab Sheikhdoms of the Persian Gulf.The ultimate aim of Russo-Iranian energy cooperation will be the establishment of a north-south energy corridor from the Baltic Sea to the Persian Gulf and with the Caspian Sea as its mid-axis. An east-west corridor from the Caspian Sea, Iran, and Central Asia to India and China will also be linked to this. Iranian oil could also be transported to Europe through Russian territory, hence bypassing the sea and consolidating Russo-Iranian control over international energy security. If other states in the Persian Gulf were included into the equation a dramatic seismic shift in the global balance of power could occur. This is also one of the reasons that the oil-rich Arab Sheikhdoms are being courted by Russia, Iran, and China.Eurasian Energy Corridors: Two-Edged Knives?
However, the creation of these energy corridors and networks is like a two-edged sword. These geo-strategic fulcrums or energy pivots can also switch their directions of leverage. The integration of infrastructure also leads towards economic integration. If other factors in the geo-political equations are changed or manipulated, the U.S., Britain, and their partners might wield control over these routes. This is one reason why Zbigniew Brzezinski stated that the creation of a Turkish-Iranian pipeline would benefit America. [9] It should also be noted that Turkey will also be jointly developing three gas projects in the South Pars gas fields with Iran. [10]
If regime change were initiated in Iran or Russia or one of the Central Asian republics the energy network being consolidated and strengthened between Russia, Central Asia, and Iran could be obstructed and ruined. This is why the U.S. and Britain have been desperately promoting covert and overt velvet revolutions in the Caucasus, Iran, Russia, Belarus, Ukraine, and Central Asia. To the U.S. and E.U. the creation of a Baltic-Caspian-Persian Gulf energy grid is almost the equivalent, in regards to energy security, of a “Unipolar World,” but only not in their favour.
The “Great Game” Enters the Mediterranean Sea

The title “Great Game” is a term that originates from the struggle between Britain and Czarist Russia to control significant portions of Eurasia. The term is attributed to Arthur Conolly. A romanticized British novel, Kim, written by Rudyard Kipling and published in 1901 arguably immortalized the concept and term. This Victorian novel was a suspenseful story about the competition between Czarist Russia and Britain to control the vast geographic stretch that included Central Asia, India, and Tibet. In reality the “Great Game” was a struggle for control of a vast geographic area that not only included Tibet, the Indian sub-continent, and Central Asia, but also included the Caucasus and Iran. Additionally, it was London that was the primary antagonist, because of British attempts to enter Russian Central Asia. In fact the British had spying networks and facilities in Khorason, Iran and Afghanistan that would operate against the interests of St. Petersburg in Russian Central Asia.

A contemporary version of the “Great Game” is being played once again for control of roughly the same geographic stretch, but with more players and greater intensity. Central Asia became the focus of international rivalry after the collapse of the former U.S.S.R. and the end of the Cold War. For the most part Central Asia, aside from Afghanistan, has been insulated. It has been the Middle East and the Balkans where this contest has been playing itself out violently.The “Great Game” has also taken new dimensions and has entered the Mediterranean. This gradual outward movement has been creeping in a westward direction from the Middle East and the Balkans as the area of contention is expanded. This is not a one-directional competition. With the drawing in of Algeria, this push has reached the Western Mediterranean or the “Latin Sea” as Halford J. Mackinder refers to it, whereas before it was limited to the Eastern Mediterranean. This extension of the area of the “Great Game” is also a result of the outward push from Eurasia of the Eurasian-based alliance of Russia, Iran, and China. Examples of this are the emerging inroads China is making in the African continent and Iran’s alliances in Latin America.However, in reality the Mediterranean region is no stranger to international rivalry or conflicts similar to the “Great Game.” The Second Turkish-Egyptian War (1839-1849), also called the Syrian War, was a historical example of this. It was during this war that Beirut was bombarded by British warships. The Ottoman Empire, supported by Britain, Czarist Russia, and the Austrian Empire, was facing-off against an expansionist Egypt, which was supported by Spain and France. The whole conflict had the overtones of underlying rivalries between Europe’s major powers. Another example is the three Punic Wars between the ancient Carthagians and the Romans.
Gas, Oil, and Geo-Politics in the Mediterranean SeaThe Mediterranean has literally become an extension to the international and dangerous rivalries for control of Central Asian and Caucasian energy resources. Libya, Syria, Lebanon, Algeria, and Egypt are all Arab countries involved. Algeria already supplies gas to the E.U. through the Trans-Mediterranean Pipeline which runs to the Italian island of Sicily via Tunisia and the Mediterranean Sea. Niger and Nigeria are also building a natural gas pipeline that will reach the E.U. via Algerian energy infrastructure. Libya also supplies gas to the E.U through the Greenstream Pipeline which connects to Sicily via an underwater route in the Mediterranean Sea. Russia and Iran are spearheading a move to bring Algeria into their orbit in order to establish a gas cartel. If Algeria, and possibly Libya, can be brought into the orbits of Moscow and Tehran the leverage and influence of both would be greatly increased and both would tighten their control over global energy corridors and European energy supplies. Approximately 97 percent of the projected amount of natural gas that will be imported by continental Europe would be controlled by Russia, Iran, and Syria under such an arrangement, whereas without Algeria approximately 93.6 percent of the natural gas exported would be controlled. [11] Algeria is also the sixth largest exporter of oil to the U.S., following behind Canada, Mexico, Saudi Arabia, Venezuela, and Nigeria.Western and Central European energy security would be under tight controls from Russia, Iran, Turkey, Algeria, and Syria because of their control over the geo-strategic energy routes. This is one of the reasons that the E.U. has unsuccessfully tried to force Russia to sign an E.U. energy charter that would obligate Moscow to supply energy to the E.U. and one of the reasons that NATO is considering using Article 5 of its military charter for energy security. [12] In addition, the Security and Prosperity Partnership of North America obligates America’s top energy sources, Canada and Mexico, to supply the U.S. with oil and gas. Worldwide the securing of energy resources has become an issue of force and involuntary compulsion.
Map: Missing link between giant sources (in bcm) and potential marketsNote: The missing link implied is the Nabucco Pipeline, giant sources are the Middle East and former Soviet Union, and potential markets are the western and central members of the European Union.© Nabucco Gas Pipeline International GmbH, 2007.

Oceania versus Eurasia in the Mediterranean Littoral
“...we might weld together the West and the East, and permanently penetrate the Heartland with oceanic freedom.”
-Sir Halford J. Mackinder (Democratic Ideals and Reality, 1919); In regards to “oceanic freedom” refer to George Orwell’s definition or warning in Nineteen Eighty-Four.
It was also in the Mediterranean Sea that the geo-strategic paradigm of sea-power versus land-power that was observed by Halford Mackinder first came into play. [13] Mackinder put forward the concept, which one is tempted to almost label as organic, that rival powers or entities, as they expand, would compete for dominance in a certain area and as they reached maritime areas this competition would eventually be taken to the seas as both powers would try and turn the maritime area into a lake under their own total control. This is what the Romans did to the Mediterranean Sea. It was only once a victor emerged from these competitions that the emphasis on naval power would decline in the maritime areas.According to Mackinder, the First World War was “a war between Islanders [e.g., Britain, the U.S., Australia, New Zealand, and Japan] and Continentals [Eurasians; e.g., Germany, Austro-Hungary, and the Ottoman Empire], there can be no doubt about that.” [14] Also, according to Mackinder it was dominant sea-power that won the First World War.Naval power has clearly had a cutting edge over land-power in establishing empires. Western European nations like Britain, Portugal, and Spain are all examples of nations that became thalassocracies, empires at sea. Through the control of the seas an island-nation with no land borders with a rival can invade and eventually expand into a rival’s territory. The Proliferation Security Initiative (PSI) is a modern embodiment of Halford J. Makinder’s oceanic-power versus land-power paradigm. [15] The Anglo-American alliance and their allies represent oceanic-power, while the Eurasian-based counter-alliance, based around the nucleus of a Chinese-Russian-Iranian coalition, represents land-power.It can also be observed that historically Eurasian economies did not require far-reaching trade and could exist within a smaller geographic trading area, while the economies of the oceanic powers such as Britain and the U.S., also called “trade-dependent maritime realms” by some academics, have depended on maritime and international trade for economic survival. If the Eurasians were to exclude the U.S. and Britain from the trade and economic system of the Eurasian mainland, there would be grave economic consequences for these “trade-dependent maritime realms.” This was what Napoléon Bonaparte was trying to impose through his Continental System in Europe against Britain and this is also one of the reasons for the survival of the Iranian economy under American sanctions.Two blocs are starting to manifest themselves in similarity to the geographic boundaries of George Orwell’s novel Nineteen Eighty-Four and Mackinder’s Islander versus Continental scheme; a Eurasian-based bloc and a naval-based, oceanic bloc based on the fringes of Eurasia as well as North America and Australasia. The latter bloc is NATO and its network of regional military alliances, while the former is the reactionary counter-alliance formed by the Chinese-Russian-Iranian coalition as its nucleus.Mahdi Darius Nazemroaya is an independent writer based in Ottawa specializing in Middle Eastern affairs. He is a Research Associate of the Centre for Research on Globalization (CRG).